Hacer Çet

         Stres ve Endişe          

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Merhaba sevgili okurlarım. Benden bana köşeme hoş geldiniz. Geçirdiğim ciddi bir ameliyattan ötürü, kısa süre yazılarıma ara vermiştim. Bugün tekrar sizlerle birlikte olmaktan mutluyum.

“Ben Kimim?” Sorusunu sorup, birçok şeyi sorguladığım dönemde (ki bunlardan biri hastalık ve ilaçlar idi) çok yıllar önce herkes gibi ben de baş ağrıları, gribal enfeksiyon, soğuk algınlığı gibi rahatsızlıklarda doktora gitmeden ağrı kesici, antibiyotik vs. kullanırdım. Çok mecbur kalırsam doktorada giderdim. O dönemde ara ara nükseden şiddetli baş ağrılarım vardı. Yaşadığım güçlü ataklardan birinde ağrı kesici içmiştim. İyi gelmek bir yana, ağrı şiddetlenmiş, dayanılmaz hale gelmişti. Kafamın içinde inanılmaz bir zonklama başlamış, başımı duvarlara vurmak istemiştim. Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum ama ağrı kesicinin ağrımı daha çok tetiklediğini fark etmiş, bir daha da kullanmamıştım. Zaten oldum olası ilaç kullanmayı sevmiyordum. Hastaneden de hoşlanmıyordum. Ruhumu daraltan, anlam veremediğim bir havası vardı bu mekânların.

Çok ilginçtir bu dönemlerde özel bir hastanede çalışmaya başlamıştım. Hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını düşünüyorum. Evet, hoşlanmadığım bir iş alanında çalışmamda rastlantı değildi. Zaman içinde orda ki işleyişi, kendini hasta hisseden insanları, ilaç sektörüyle sağlık sektörünün arasındaki bağı ve bunların hasta üzerindeki güçlü etkilerini gözlemleme imkânım oldu. Bu seyrediş ara arada olsa kullandığım ilaçları tamamen bırakmama neden oldu. Zaman zaman ağrı, sızı ve rahatsızlıklarım olduğunda doktora gidiyor, teşhisimi koyduruyor, yazdıkları ilaçları kullanmıyordum ama bir şekilde kendi tedavimi kendim yapıyordum. Alternatif tıbba yönelmiş, bitki çayları, doğal yöntemler deniyordum. Egzersizler, yoga, ruh ve bedenimle ilgilenmek…

İşte bu dönemde Louise Hay’ın Düşünce Gücüyle tedavi kitabı çıktı karşıma. Hastalıkların duygusal ve zihinsel nedenlerinden söz ediyordu. Tamda ihtiyacım olan bir kitaptı ve o dönem bana çok iyi gelmişti. Örneğin: Kanserin derin bir kırgınlık, şeker hastalığının geçmişe duyulan pişmanlık, mide hastalıklarının genel olarak korku ve bir şeyleri sindirememekten kaynaklandığı gibi birçok duygusal ve zihinsel sebeplerden söz ediyordu. Kendi rahatsızlıklarımın duygusal sebeplerini izlemeye başlamıştım. Zaman içinde fark ettim ki aslında hastalık diye bir şey yoktu. Doğamızda bu asla var olmamıştı. Onu biz düşünce ve onu takip eden duygularımızla oluşturuyorduk. Artık hastalıklardan kaçmıyor, düzeltmeye, dönüştürmeye çalışmıyordum. Zor olsa da sadece hissediyor ve ağrının içine girip izliyor, bana ne hissettirdiğine bakıyordum. Bazen mesajını alıyor bazen alamıyordum, zihin devreye giriyor kapılıp gidiyordum o zaman ağrı şiddetleniyor, izlemeye başlayınca hafifliyor, bir süre sonra da kendiliğinden geçiyordu. Her hastalandığımda başlangıç öncesine gidiyordum “hangi zihinsel düşünceyle bunu oluşturdum ”diye.  Bunu fark ettiğimde iyileşmek kolay oluyordu çünkü.Böylece kendi kendimi tedavi ettim yıllarca ve hiçbir ciddi rahatsızlığım olmadı. Kısaca bu benim yaşam tarzım olmuştu.

Bu açıklamalardan sonra gelelim benim geçirdiğim bu ciddi operasyona. O gece apar topar hastaneye götürüldüğümde “ hemen ameliyat olmazsan ölürsün” demişti doktor. Kısa bir dirençten sonra teslim olmuştum olana. Anestezinin etkisi geçip kendime geldiğimde “kendimi nasıl bu hale getirdim” e odaklanarak başlangıca, ta üç ay öncesine gittim. Zihinsel, fiziksel, duygusal hareketlilikler yaşıyordum. Aşama aşama dinginliğimi kaybediyordum bunun farkındaydım ama zihinsel hikâyelere kapılmış gidiyordum. Nasıl kendimi strese soktuğumu, nasıl endişeye kapıldığımı(ki Michael Brown “endişe” için andan çıkmak der),nasıl geçmiş ve gelecek arasında gidip geldiğimi, olayları ve ötekiler dediklerimi nasıl ciddiye aldığımı, o süreçte nasıl olanı olduğu gibi kabullenmede zorlandığımı anımsadım. Sonunda kendimi bu aşamaya getirmiştim. “Yaşanan hiçbir şey boşuna değildir ”sözüne çok inanırım. Bir şeyler bana “dur artık dur” demişti. Zorunlu olarak durmuştum evet. Bu mola yaşamın bize verilmiş bir armağan olduğunu hatırlattı. Nefes almak, yürüyebilmek, yiyip içebilmek, günlerce aç kaldıktan sonra yediklerini ağır ağır çiğneyerek tadını almak ve hissetmek… Harika hediyeler.

Hepimiz yaşam denilen büyük filmde, farkında olarak ya da olmayarak rollerimizi oynuyoruz. Bazen rollerimize fazlasıyla gerçeklik yüklüyoruz. Hepimizin bir hikâyesi var evet. Ama hiç bir hikâye andan çıkmaya değmez. Sonu nasıl biterse bitsin.

Sevgiyle.

 

         Stres ve Endişe          

Yorumlar kapalı.