“Gökyüzünün başka rengi de varmış
Geç fark ettim taşın sert olduğunu
Su insanı boğar ateş yakarmış
Her gelen günün yeni bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış…”
Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş şiirinden bu dizeler.
Zaman ne denli hızla akıp gidiyor. Yaşanan iyi kötü olaylar da o akışın içinde bir yaprak misali.
Unutuyoruz, silmeye çalışıyoruz olumsuzlukları. Siliyoruz da belki belleğimizden.
Çok zaman geçince taşlar da yerli yerine oturuyor haliyle. Acı törpüleniyor, un ufak oluyor nihayetinde.
Varlığı duyulmaz oluyor, acısı hissedilmez.
Her yaşadığımız olayın kaderi bu.
Eksikler eksik kalıyor, güdükler güdük kalıyor durduğu yerde. Küçülen, ufalan oluyor da büyüyen olmuyor.
*
İnsanlık tarihinin başında yazı var. Yazı, insanı bu günden yarına taşıyan en önemli araç.
Yazı, insanın kökü. İnsanlığın kökü.
Bir ağaç, nasıl köksüz yarına taşınmaz ise toplumlar da yazıyı yaşamlarında önemli bir değer görmedikçe sağlıklı bir biçimde yarına taşıyamazlar. Unutulur gider her yaşanan.
Yazmak, bir birikim gerektirir. Birikim, okuyarak sorarak araştırarak gözlemle elde edilir ki bu da bir günlük bir iş değildir.
Arınmanın, güzelleşmenin, çoğalmanın yolu yazıdan geçiyor.
Yazmak bir görev. Yazılanı okumak da bir görev.
Hem kendimize hem de içinde yaşadığımız topluma.
Güzellikleri aktarmanın başka bir yolu yok.
Kötülükler mi? Yaşamdaki her kolay şey gibi onlar için bir şeyler yapmanıza, kılınızı kıpırdatmanıza gerek yok. Onlar, arsız otlar gibi bir yerden diğerine kendilerini taşırlar zaten.
Bir parça kin, bir parça öfke, bir parça sevgisizlik, onları istedikleri yere götürür zaten.
Bugün başkalarının kapısını çalar, yarın da gelir evimizin başköşesine oturur arsızca.
**
Toplumsal şiddeti önlemenin yolu bir bellek oluşturmak.
Bu ancak yazarak
Yazarak
Yazarak
Okuyarak
Okuyarak
Okuyarak mümkün.
Söz uçar yazı kalır… Yazınca ve okuyunca cehalet uçar, geriye güzellikler kalır…
Sevgi, dostluk ve umutla.