Fikriye ile Şirine söyleşisi

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Kirli Sakal Kafe’de buluştuğumuz müzikal oyunlarıyla ünlü tiyatro oyuncusu Şirine Şeker ile şeker tadında bir konuşma yaptık. Derinlere daldık. Maskelerimiz ve sosyal mesafeye dikkat ettik mi derseniz elbette ki sağlık için maske-mesafe-hijyen kuralına özen gösteriyoruz.

Şirine Hanım, söyleşinin kimi yerinde ‘Mapushane İçinde Yanıyor Gazlar’ türküsüyle yüreklerimizi de dağlamadı değil.

Baldudak Fikriye: Tiyatro dersem ne derdiniz Şirine Hanım?

Şirine Şeker: Yunanca theatron yani görme yeri, seyir etme yeri anlamlarına geliyor ve tiyatronun kök anlamını oluştuyor. Tiyatronun dini ritüellerden doğmuş olduğunu ilk öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Zaman içerisinde bağımsız bir hal kazanan tiyatro, sadece dini ritüellerle sınırlı kalmamış.

Tiyatrolar, uzun süre agora adı verilen yerlerde oynanmış, değerli oyun yazarlarının yapıtları ışığında basamaklı büyük sahneler yapılmıştır. Tarihten bugüne en güzel miras, Antalya’daki Aspendos Antik Tiyatro’dur. O günlerden bugünlere 4000 yıl geçmiş felsefe tarihi ile aynı dönemlere gelen tiyatro, insanlığın vazgeçilmezi olmuştur.

Bugün ne durumda olduğunu düne bakarak daha iyi anlayabiliriz. Bizim tarihimizde ilk tiyatro çalışması, Osmanlı Devleti’nde Tanzimat dönemine rastlıyor. 1860 yılında Şinasi tarafından yazılan Şair Evlenmesi, tek perdelik oyun ile tiyatral hayata merhaba demiş olduk. Kadınlarımızın tiyatroya gidip izlemesi yasak olduğundan Güllü Agop, Müslüman hanımlara özel bölümler yaparak onların da tiyatrodan uzak kalmamasını sağlamıştır. Afife Jale’nin trajedik hayatı, tiyatroda geçirdiğimiz evreleri ibretle göz önüne sunar.

Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye Tiyatrosu denildiğinde duayen usta isim Muhsin Ertuğrul, Darülbedayi Tiyatrosu ile pek çok oyunun sergilenmesini sağlayıp çeviri oyunlara Batılı sanat anlayışına da yer vererek tiyatronun çok daha modern olmasını sağlamıştır. 1970’lerin ortalarına gelince televizyon gerçeği tiyatroyu biraz sarsmış olsa da halen “Tiyatrosuz bir yaşam, eksik bir yaşamdır” diyebiliyoruz.

“Milletvekili, bakan, başbakan hatta cumhurbaşkanı da olabilirsiniz ama sanatkar olamazsınız” diyen Atatürk, bize sanatın ne kadar değerli olduğunu anlatır. Kıymetini varın siz düşünün. Sanat ile yetişkin hale gelir toplumlar. Daha asri, daha modern ve medeniyet sahibi olurlar. Ancak her şeyden daha da önemlisi; siyasetin hırçın söylemleri, yerini itidalli konuşmalara bırakır. Kaliteli ve seviyeli siyaset, toplumun her kurumunu olumlu yönden etkileyecektir.

Düşünce suçu ya da fikir mahkumu gibi kavramlar, yaşamın içinde tecelli edemezler. Ülkemi çok seviyorum ama ergenlik sivilceleri ile uğraşan ergenler misali bunalımlar içerisinde boğulmasına da gönlüm el vermiyor. O yüzden sanatın eleştirel yönümüzü de geliştirmesini diliyorum. Eleştirmek; hakaret etmeden, şahsiyetleri incitmeden, daha doğrusu kişiler üzerinden değil de fikirler üzerinden yapılmalı…

Sanat, işte bende böyle bir etki bıraktı diyebilirim. Tiyatro, sanatın kalbi ve bu kalbe dokundukça kendi kalbimiz de iyileşiyor. Tiyatro, hayatımızın vazgeçilmez parçası olabilseydi kim bilir toplum olarak sadece büyümekle kalmaz, yetişkin de olabilirdik. Ergenlik sivilcelerinde debelenmez, fikir suçlusu aramazdık.

B.F.: Ne tavsiye edersin o halde?

Ş.Ş.: Tiyatro yazıları okuyup tiyatro izlemenizin yanı sıra yarınlarımızdan ümitli olunmasını, herkesin kendince insanlığa hizmet etmesini tavsiye ederim. Bana tiyatroyu Erol Günaydın sevdirdi. O dönemlerde yaşanılan her zorluğa karşı sorunların oyun olarak bize sunulduğunu ve en dipte de oyunun çözüm yollarını fısıldadığını gördük. Ufkumuz değişti.

Bakış açımız, sanatla ve özellikle de tiyatro ile daha da zenginlik kazanır. Nefesleneceğimiz çeşidi bol pencerelerin varlığı sadece görüş açımızı değiştirmekle kalmaz, yaşam stilimizi de dönüştürür diye düşünüyorum. İyi anlamda değiştim, başka oldu benim dünyam diyebileceğiz. Aslında herkesin kendine göre koskoca bir dünyası vardır. Bu dünya farklılığı da dünya görüşü farklılıklarının oluşumunu hazırlar. Zaten kendi iç dünyamızda da bu farklılıktan dolayı bir yolculuğa çıkarız. Sessizliğe doğru bir yolculuk… Haydi buyurun kendi dünyanıza yelken açmaya, sessizliği dinleyerek. Kendi yüreğinizdeki hazineyi keşfetmek için en büyük kazı çalışmasını yine kendiniz kendinize yönelerek yapacaksınız. Bir küçük alem denilen insanı tiyatro sanatı ile daha iyi tanıyabileceğimizi de düşünüyorum.

B.F.: Mitoloji, felsefe ile sanat arasında bir bağ var mı?

Ş.Ş.: Yaşama ait, insana dokunan ne varsa sanatı ilgilendirir. Mitoloji ve felsefe insanlık tarihini şekillendiren önemli iki etken. Bilim ve din de bu etkenlerin çevresinde şekillenmiştir. Dolayısıyla sanatla bağı var. Bir süredir mitoloji dersleri çalışıyorum. Mitoloji, bize aslında kendimizi kazandırıyor. Ben, mitoloji seminerlerinde kendi iç dünyama sessizliğin sesini dinleyerek çeşitli sembolleri okuyarak ulaşıldığını öğrendiğim vakit yalnızlıktan ve yalnız kalmaktan korkmamayı da öğrendim diyebilirim. Kendi dünyama açıldıkça kendimle barıştım. Daha da hoşgörülü oldum. Şam şekeri oldum diyemem ama epey bir yol kat ettiğimi söyleyebilirim. Başkalarının bakış hapishanesinden benliğimizi kurtardığımız zaman, işte o zaman kendimizi çok daha mutlu ve huzurlu hissedeceğiz. Böylesi bir tutum başkalarının fikirlerini önemsemiyor olmak demek değildir, bağlı olmakla bağımlı kalmak arasındaki fark gibi anlatmak istediğim ince çizgi…

‘Ben’ ve ‘iç dünyam’ ile kendi zindanımızın sesinden korkmadığımız zaman güçlükleri aşmayı başarabileceğiz. Ülkemizin yetiştirdiği düşünce adamı Cemil Meriç, Mağaradakiler adlı eserinde, “Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: ‘Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi. Düşüncenin kuduz köpekler gibi kovulduğu bu ülkede düşünce adamı nasıl çıkar”

Düşünmek, sorgulamak, hasbi olarak hesapsız kariyer derdi gözetmeksizin fikir çilehanesine hapis olabilen mütefekkirler yetiştirebiliyor muyuz yoksa dinin bağnazları olduğu gibi laikliğin bilimin de mi bağnazları var?

Sorgulamak için kalabalıktan kaçabilip yalnızlığa mı sığınmaya ihtiyaç var?

Bugünün insanları, sessizliğin sesinden adeta korkar olmuş durumda. Daha doğrusu kendi sesinden, kendi nefesinden bile rahatsız oluyorlar ki her odada ayrı bir televizyon ve bilgisayar var. Bu durumu eleştiren benim evimde bile aynı durum söz konusu… İletişim çağındayız ve bunlar da iletişimin olmazsa olmazı durumunda ama peki bizlerin birbiriyle olan iletişim ve sohbetleri kaldı mı ki!?

Kişilerin konuşurken bile gözlerinin içine bakmadan kendilerini anlatmasından birbirini dinlememesine kadar her şeyi bu kategoride söyleyebiliriz. İletişim yüzyılında koskocaman bir iletişimsizlik ne çok üzücü… Biz modern insanoğlunun belki de en büyük sıkıntılarından biri de böylesine yıpratıcı bir iletişimsizlik içinde olmamızdır.

İletişimsizlik öyle had safhasındaki düşünmek ve ifade etmek suç olabiliyor çünkü sorgulamayı bilmiyoruz. Eleştirmekle hakaret etmeyi aynı şey zannediyoruz. Fikirleri konuşamıyoruz. Kişileri incitiyoruz.

Sessizlikten uzaklaşmak, aslında benliğimizden de kaçışın adıdır. Belki de bu yüzden birbirimizi bile dinlemekten aciziz. Ne kadarımız kitap okuyor dikkat ediyor musunuz? Şöyle bir etrafınıza bakarsanız az kişinin kitap okuduğunu göreceksiniz.

Sessizlik-değişim-dönüşen hayatlar…

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir adlı romanında modern zamanda mahallenin bile ne çok değiştiğinden bahsediyor. Sadece kitabı değil, hayatı da okuyabilirseniz “Eyvah ki eyvah, ne çok şey değişti” diyebilirsiniz. Yalnızlığımız, sohbetlerimiz, okumalarımız yani biz! Sessizliğe ne çok hasretiz yani kendimize iç sesimize… Bu yüzden yaşadığımız kavgaların nedeni, korkunç iletişimsizlikler. Birbirimizi dinlerken bile aslında kimsenin kimseyi önemsememesi, her odamızda bir iletişim aracı olmasına rağmen belki de bu yüzden korkunç iletişimsizliklerimiz.

Yani kaç kişi barışıktır benliği ile iç dünyasıyla… Kaç kişi fethetmiştir kendini? Kendini tanımayan tanıyabilir mi başkasını?

Yetişkin olamayan, sadece büyümüş bireyler, yetişkin olmuş demokratik hukuk fikir hürriyetine sahip toplumları inşa edebilir mi?

Filozof yetiştirmek bir yana, fikirlere saygılı olmayı insanın düşünceleriyle şerefli onurlu olabileceğini insan ayırt etmeden yaptığı iyiliklerle sosyalleşebileceğini idrak edebiliyor muyuz?

Fikriye ile Şirine söyleşisi