Evcilik oyunu

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Yağ satarım bal satarım oyunu gibi bir oyundu onlar için evcilik oyunu… Onlar kimler mi?

Çocuk olduklarını fark etmediğimiz ‘çocuklarımız’…

Evde kaldı evde! Millet çocuğunu 10 yaşında evlendiriyor, bizimkisi otuzuna geldi halen turşuluk biber gibi beklemelerde” diye nara atıyordu Kıyafet Cemile Teyze. Virüsten dolayı dedikodularını ev gezmelerinde değil de whatsapptan görüntülü yapıyorlardı Yastık Fikriye Hanım’la. “Artık bu kadar da olmaz mı demek lazım, nasip böyleymiş demek mi bilemiyorum Kıyafet” diye söz topunu koşturttu:Duydun mu? Mahalleye taşınan Yırtık Niyaziler, 9 yaşındaki kızlarını zabit efendiye nişanlamışlar ayol” diye gözleri fırlaya fırlaya anlatıyordu. Anlatmasına anlatıyordu lakin çocuk yaştaki evliliklere bir yandan da içi acıyordu.

Onlar da çocuk olmuştu. Çocukluk demek, bir yerde oyun oynamaktı. Ablası Safinaz, 15 yaşında bebeğini kucağına almamış mıydı? İlkokulu bitirdikten sonra serpilmişti. Babası, aksi mi aksi Sivri Nihat’tı. Kundura dükkanlarına onun sivri dilli olmasından dolayı çırak kalfa dayanmaz, birkaç gün içinde havlu atarlardı. Büyük dedesine de köylerinde ‘Deli Tatar’ diye lakap takmışlardı. Tevekkeli bazı huylar genetikti. Kalıtımsal geçmişti işte babasına da evlere şenlik huysuzluk huyu… Anacığı dayanırdı dayanmasına da evdeki işlere kim koşturacaktı sorusunun cevabına tek yanıt ablasıydı. 14 yaşına kadar ev işlerine koşturan ablası Safinaz’ı hamaratlığından mahallede de isteyenler kuyruğa girmişti. Kısmeti, Şaşı Bahattin ileymiş.

Okumaya hevesli, sanata istidatlı bir çocuğun apar topar evermesi ve bu gerçeğin tek bir olay olarak kayıtlı kalmaması, modern dünyanın gençlerince baş kaldırılması gereken bir vakaydı. Sebep-sonuç bağlamında ifrat, tefrite sebep oluyordu. Yaşları otuza, kırka dayanmışların kim bilir belleklerine kazınan korkulardan biri de bu evcilik oyunuydu.

Otuzuna gelmiş, bir yuva kuramamış Bilgiç Huriye’nin bu olanlardan, mahalleli gerçeklerinden de bizatihi tükenmişlik sendromuna benzer bir hal vardı. Evlilikten korkuyordu. “Hayatta her şey, başlı başına bir oyundur zaten” diyenlerle hemfikir tiyatro okumaya karar verdikten sonra hatırı sayılır oyunlarda da rol almıştı. Ne kadar eğitimli olursa olsun komşu teyzelerin oynadığı tiyatro bambaşkaydı. Annesi Kıyafet Hanım’la babası Cinali Bey, küçük kızlarının mürüvvetini göremeyecekleri endişesi ile ısrar ediyorlardı: “Hadi artık, kır şu şeytanın ayağını!”

Şeytanın ayağını kırmak yeterli değil, şeytani tüm fikirleri toplumca temizlemek gerekliydi. Misyonu da vizyonu da kişileri hedef almadan yapılan çirkinlikleri toplumdan arındırmaktı. Bilgiç, aynı zamanda bir aktivist olup UNICEF’in ülke çocuklarının haklarını korumak için yapmış olduğu etkinliklerde görevler alıyordu. Amaçları, tüm dünya çocuklarına el uzatmak olsa da Bilgiç Huriye önce toplumunda kanayan yara çocuk işçilerinin dramına değinmek ve özellikle de çocuk yaşta evliliklerin önüne geçmek için kolları sıvamıştı.

Odasından yüksek volümden Kenan Doğulu’nun en nefis parçalarından biri, Kirli Beyaz Kedi şarkısı çalıyordu: “Nasılsın kızım, anlat bana hikayeni, kimler üzdü gözlerini, nasılsın kızım söyle bana kendini, neler kırdı kalbini…”

Şarkının sözleri, özellikle anne Kıyafet Hanım’ı etkiledi. Gençlerin böylesi anlam dolu şarkı dinleyeceği pek aklına gelmezdi. Kızının duygusallığına mı, yoksa kendilerinden saklı gizli yaşadıklarına mı bağlamak gerekir çözümleyemedi.

Bilmece gibiydi kızları Bilgiç Huriye, onu çok sevmesine rağmen sıcak bir anne kız ilişkisi kuramamıştı , kuramıyordu da.

Kendi gençliğini hayal etti. Doğru dürüst çocuk bile olamadan koskoca bir ailenin sorumluluğuna girmemiş miydi? Ne görmüştü ki çocuğuna ne verecekti? Sevgi görmeyen kişi, sevgi sunabilir miydi ki? Kendini kendi sorduğu sorularının bombardımanına tuttu. Yıllarca kaçtığı, duymak istemediği gerçeklerle yüzleşmek zordu, hem de pek zor.

Derince daldığı düşüncelerinden kapının zili ile ayıldı. Kadim dostu Yastık Fikriye, yeni havadislerle gelmişti mutlaka. Ne de olsa ayaklı gazetedeydi. “Duydun mu gııı?” diye bir başladı mı akşamı bulurdu evinin yolunu bulması. Birincil ilişkilerin yaşandığı Gururlu Mahallesi’nde gurura, insanın varoluşsal değerine aykırı neler yaşanıyordu. Başlık parası ve kız çocuklarının evlendirilmesi arasında bir doğru orantı kurulmuş olsa bundan erkek çocukları da nasibini alıyordu. “Mallar falancaya kalacağına ever de sana kalsın” zihniyetiyle kurulan nice yuvanın adamı da kadını da aslında birer çocuktu.

“Eş eşini bulmuyor mu yoksa dayatılan engeller yüzünden bulamıyor muydu?”

“Ceviz oynamaya mı geldin odama/ Nişanlın da bu mu derler adama” türküsü boşa yakılmamıştı.

Son zamanlarda da birileri, yapılan hatalara dinden kılıf bulup ulu orta çıkıp konuşuyordu. Peygamber, gerçekten de altı yaşındaki Ayşe ile mi nikah kıymıştı? Sahi ya, din denilen toplumsal kurum evlilik gibi önemli bir diğer kuruma darbe yapar mıydı?

Şeytan, şüphelerde mi var yoksa şeytani düşünceler zihnini ele geçirmek istiyordu? İçi içini kemiriyordu. Kemiren, insanlık kurduydu. Bilgiç Huriye, İslamiyet ve Kuran-ı Kerim konusunda en yetkili kişilerle görüşmek için yola revan olacaktı. Araştıracak, öğrenecek ve anlatacaktı. O gece uyuyamadı. Eğer yıllarca iman ettiği Kuran-ı Kerim, çocuk yaşta yapılan evliliğe onay veriyorsa, “Ufacık yaşta baş göz edin” diyorsa böylesi bir dini kalbi yırtılırcasına söküp çıkarmasını da bilirdi.

Defterini açtı, “Randevu günü salı” diye not etti. “Bekleyip göreceğiz” diye mırıldandı.

Evcilik oyunu