“Cımbızlı Şiir”

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Yazı yazmak için masama oturduğumda bazen hiçbir şey yazmak istemediğim oluyor… Yazı konusu bulamamaktan değil…

Bilgisayarımın başına geçtiğimde kimi zaman eleştirileri dikkate alıp kısa yazayım diyorum ama uzadıkça uzuyor… Anlatamamaktan değil…

Kimi zaman, “Yahu kaç kişinin bile okuduğunu bilmiyorum, bugün de yazmayıvereyim” diyorum ama içim elvermiyor… Bağımlılıktan değil…

Parmaklarım klavyeye dokunmaya başladığında “Oraya mı savrulayım yoksa buraya mı devrileyim?” dediğim oluyor… Konu bulamamaktan değil…

Kısacası bu yazı işi, bildiğiniz gibi değil…

Bir süre yazdıktan sonra bağımlı oluyorsunuz. Ben sigara içmiyorum ama içenlerin dediğine göre bir kere başladınız mı bırakması güç oluyor…

Bazen “Acaba ben yazmaya bağımlı hale mi geldim?” diye soruyorum kendime… Bazen yazı konusu bulamazken bazen de konuları yetiştiremiyorum.

Örneğin, şimdi Ayasofya konusuna girsem laf uzayacak da uzayacak… Kısaca şöyle diyeyim: Ben İstanbul’u bilirim. Ayasofya’nın hemen karşısında Sultan Ahmet Camii vardır ve 10 bin kişiliktir. Hemen altta Yeni Cami vardır, o da çok sayıda cemaati ağırlayabilir. O bölgeye yakın Nur-u Osmaniye, biraz ileride Beyazıt Camii ve Süleymaniye Camii… Ve BŞB karşısındaki Şehzadebaşı Camii… Hepsi de 1-2 kilometrelik bir çerçevede büyük camilerdir ve bahçeleri ile birlikte binlerce insanın namaz kılmasına el verir… Küçüklerini saymadım.

Yani şu salgın döneminde ekonomik olarak kendimizi toparlamaya ve ele ele vermeye çalışırken…

Sonra şu bekçiler meselesine girelim: Kordon’da bira içilmez, kütüphaneye mini etekle girilmez, gecenin bu saatinde sokakta ne işiniz var! Ver bakalım bir kimliğini inceleyelim… Utanmıyor musun saçını uzatmaya…

Bakın yazı uzuyor…

Çizgilerim güzel olsa belki karikatür çizerdim. O da büyük bir sanattır. Bazen bir çizgi, koca bir kitabı anlatır…

Hadi bıraktık ulusal gündemi, yerel gündeme dair bir şeyler karalayayım diyeceğim! Çok sayıda hak veren var ama iş uygulamada…

Geçtiğimiz gün ikinci kuşak amcaoğlu, “Sabahları erken uyanıyorum, gergin oluyorum” dedi. Ben de “Takma kafana her şeyi!” dedim. Takma deyince de takmamak olmuyor ki! Keşke olsa…

Geçtiğimiz gün, çocukluğumuzun geçtiği tarla ve bahçelerde şöyle bir gezinti yapayım dedim. Kaymakçı Ovası’nda 3-5 yıl önce, Türkiye’de yapılan en son toplulaştırma projesi uygulandı. Küçük Menderes Ovası, hem ürün hem de ağaç çeşitliliği bakımından zengin bir bölgedir. Her şey yetişir desek yeridir. Ödemiş Ulus Meydanı’ndaki heykel de bu yüzden bir toplak bitkisidir.

O zengin bitki örtüsü gitmiş, yerine erik ve nar ağaçları ile mısır kalmış. Ova yoları, cetvelle çizilmiş gibi düz olabilecekken iki aracın yan yana geçemeyeceği yamru yumru bir hale gelmiş. Elektrik direkleri, yolların ortasında kalmış, Küçük Menderes’e akan dereler akış yönünün tersinde birleştirilmiş…

Laf başı geldiğinde ‘dünyanın en verimli üç ovasından biri!’

Verimli ama köylü bu verimden yararlanamıyor!

Televizyonlara bakıyorum, reklamlar en şahane ülkenin reklamını yapıyor sanki. Dizilerde insanlar sanki öpüşecekmiş gibi konuşuyor. Ya aşk ve entrika var ya da Osmanlı…

Haberler desen kanala göre… A haberlerde çok mutlusun… Dünya bizi kıskanıyor. Ama İBAN var…

Cümle sonuna üç nokta koymayı seviyorum. “Uzatmıyorum işte!” demek…

Gece ertesi güne evriliyor; ben klavye başındayım… Vur kafayı yat işte! Ne yaptığımı bir bilsem!

Amerika’da Kristof Kolomb’un heykelinin başı kesilmiş. Tüm dünyada sömürgeci yöneticilerin heykelleri yıkılıyormuş… Alman felsefeci Karl Marks, vakti zamanında “Dünyanın bütün işçileri birleşin” demiş..

Aklıma Orhan Veli Kanık’ın “Cımbızlı Şiir” başlıklı kısa şiiri geldi:

“Ne atom bombası

Ne Londra Konferansı

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna;

Umurunda mı dünya!”

“Cımbızlı Şiir”