Aşk denilen ızdırap!

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Cennetmekan nineciğim, Ödemiş’in sevdiğim Uzun Sokak’taki bahçesinde salça, tarhana yapmak için kendini paralarken, komşu nineler yardımına amade olmuşken, ben kendilerinin o zamanlar hayat dedikleri bölümde hangi kelime sözcük ile Alice Harikalar Diyarı’na yolculuk yaparım diye düşünürken annem, “Genç kız oldun, artık bir işin ucundan tut” diye sitemler ederdi. Lakin rahmetli ninem ve dedemin beni sahiplenişleriyle yazıdan hiç kopmadım. Yazma sevdası; zaman içinde tutkuya, aşka dönüştü. Bugün pek çok kulvarda kimi zamanlar mahlas da kullanarak yazıyorum. Fakat Ödemiş’in herhangi bir yerel gazetesinde yazmak; aslında benim çocukluğuma bir özlem, rahmetli büyüklerime bir ahde vefa… Mesele sadece yazmak değil…

Bir kalemde silenemeyecek, çekip gidemeyeceğim hatıralar var. Ahh sevgili okurlar, nasıl anlatayım o hatıraları size… Değişmeyen ne var, her şey gibi biz de tekamüle uğrayıp evriliyoruz, değişiyoruz. Kalbimiz de öyle ama değişmeyen, aşk denilen bir dert, bir ızdırap var.

“Neden aşk dert olsun ki?” diye meraklı gözlerle bakan sevgili okur; senin için hasret, ızdırap değil mi?

“Bir kente, bir sokağa bu kadar bağlanılır mı yahu kadın, akıldan gayrı müsellah mısın?” demiyorsun değil mi? Yaş ilerledikçe alınganlaşıyoruz, kalbimiz daha bir yufkalaşıyor. Yufka dedim de Uzun Sokak’ta terzilik yapan bir kambur Neriman Teyze yaşardı. Bir börek yapardı, canınız çekmesin, tadı ağzınızda olsun da inanın ben onun elinden yediğim böreğin tadını hiçbir yerde bulamıyorum. Aşkla, sevda ile yapmış ki farklı olmuş. İşte bu bile benim için hasretin ta kendisi…

Kedisine, köpeğine isim verip sonrada tutup aşık oluyor da memleketinin toprağına, bağına neden aşık olmaz ki bu insanoğlu diye hayıflanıp içmeden sarhoş oluyorum.

Her sene babacığımla fırsat bulabildiğimde Uşak iline revan oluyorum çünkü babam Uşaklı.. Genellikle trenle yaptığımız bu seyahatlerde babamın çok defa ağladığına tanık oldum. Nilüfer’in Erkekler Ağlamaz şarkısını seviyorum da erkekler de ağlıyor, babalar bile… On üç yaşında annesini kaybettikten sonra İzmir’e çalışmak için göç eden bir çocuğun gurbet yükünün genlerini taşıyorum belki de bir evlat olarak…

Dünya denilen yaşamın kendisi bile bir gurbet yolculuğu… Cennet denilen bahçeden nefsin bir anlık hevesi için ızdırabın içine yuvarlanmadık mı?

“Allah aşkına, ne zırvalıyorsun? Gene işi inanca getirdin” diye sitem edenlerinizle hasbıhal edip sorayım. Peki, diyelim ki maymundan türedik, canım okur ilk halini, türediğin mekanı, atan orangutanı hiç özlemiyor musun?

Yok, vallahi dalga geçmiyorum, çok içten soruyorum; bizim gazozumuza ilacı kim attı da biz insanoğlu, en mutlu olduğumuz anda bile derinden derine hüzne gark oluyoruz, hasret kor ateş oluyor yakıp kavuruyor yüreğimizi , hayvangillerdendik de bu insani duygular nereden başımıza musallat oldu?

Minik Serçe Sezen Aksu’dan çok dinlediğim‘Geri Dön’ şarkısında olduğu gibi hatıralara, ellerimizle karpuz yediğimiz o bağ bahçeye, hayatımıza dokunup da sonra çekip giden cancağızlarımıza “Ne olursunuz bir saatliğine de olsa geri dönün, size öylesine yangınım ki” diyebilmeyi çok isterdim.

Aşk denilen ızdırap!