Ağyar olmayalım

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

‘Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur / Herkesi sen dost mu sandın belki o ağyar olur…’ Yavuz Sultan Selim, Selimi mahlasıyla Farsça şiirler kaleme almış. Bu mısraları da bir sefer sırasında keder yüklü olduğu bir anda yazdığı söylenir. Sonrasında bestekar Hafız Saadettin Kaynak, bu güfteyi şarkı formunda bestelemiş. Ağyar ifadesinin vurgusuna, ritmine, anlam derinliğine vurgunum. 1 Kasım 1928 Latin Harflerinin kabulünden bugüne 91 yıl geçmiş. Türkçemiz, elbette pek değerli lakin eskilerin de bambaşka bir ahengi, kelimelerin kendisine has tadı var. Yıllarca “Bari kelimeler arasında ayrımcılık yapmayalım” diyerek soluğu adı düşünce kuruluşu olan yerlerde almışlığım var. Bahsettiğim yerlerde nice dostluklar da inşa ettim ama ne acıdır ki kinden, dışlamadan beslenen koskoca emekli öğretmenler de tanıdım. Birçoğunun bizzat hakaretine uğradım. 2007 yılında Aydın Atatürkçü Düşünce Derneği’nde haftada bir gün kitap okumaları için toplanılıyordu. Genellikle edebiyat konuşmaları havasında olan sohbetlerde neden Osmanlıca örnekleri veriyorum diye bir terörist damgası yemediğim kalmıştı. 1997 yılında üniversitede öğrenciyken 28 Şubat siyasi kararları gereği başörtüsünden kapının önüne konulmaya şerbetlenmiştim. Yıllar sonra yukarıda alıntı yapmış olduğum mısralar sebebiyle dışlanmak, şerbeti ziyadeleştirdi. Osmanlıca ile ilgilenmek, Atatürk düşmanlığı gibi lanse ediliyor ya da ilgilenmemek sanki inançlara saygısızlık gibi algılanıyor. Oysa ki iki görüşün de bağnazlık olduğunu belirteyim. Biri laik bağnazlık, diğeri bağnaz dincilik!

İfrat ile tefrit yani iki aşırı uç… Vatana ve dine hizmet etmek, Atatürk’e saldırmakla olmadığı gibi gerçek anlamda Atatürkçü olmak da inançlara, kültürlere diş bilemekten geçmiyor. Gerçek dindarlık da gerçek Atatürkçülük de farklı olanları zenginlik olarak benimsemekle değer kazanır. Anadil, her birey için çok önemli, bunda tartışmak bile abes fakat farklı kelimeler çalışmak, örnekler vermek kültürel zenginliklerdir. Türkçe Latin harfleri, Osmanlıca da Arap ve Fars alfabesi kullanılan bir eski Türkçe’dir. Alfabeler medeniyete, çağa ışık tutar. Doğrudan doğruya ne dinle ne imanla bir alakası vardır. Arapça yazıyor diye her ifadeyi ilahi kelam zannederek öpüp başımıza mı koyalım sevgili okurum? Arapça, en nihayetinde konuşulan bir dildir. Diğer dillerden hiçbir kutsallığı yok. Kutsal olan, ilahi kitap olan Kuran-ı Kerim’dir. İlahi kitabımız der ki; “Her dil bir ayettir.” Neden mi? İlahi kitabı İngilizceye, Almancaya çevirirsin, ayeti farklı kültürden okursun. Kullanılan eşyalar, lisanlar, unvanların hepsi birer vesiledir, kutsallık taşımaz. Kutsal olması için niyet ve niyete bağlı eylem gerekir.

Bir keresinde de vakıfta ders veriyorum. Laf döndü dolaştı tesettür kavramına geldi. Setr etmek yani örtmekten gelen tesettür ifadesini sadece başörtüsü olarak çevirmek eksik olur. Dindarlığı başörtüsüne indirgemek hatalı olur. “Tesettür, bir anlamda da kendini sakınmak demektir” diye açıklamıştım. Öğrencilerden bir tanesi, “Başörtüsüne karşı mısınız?” demişti. “Karşı olur muyum hiç? 11 sene başörtülüydüm, bunun için siyasi mağduriyet bile yaşadım” dediğimde gençler şaşırmıştı.

Eğitim yüzeysel olunca, derinlemesine neyin ne olduğu açıklanmazsa bir emekli öğretmen de yeni yetişen bir genç öğrenci de kendi fikirlerini korumak adına savunma psikolojisi yaşar. Eh, böyle olunca da birbirimizi doğru anlamak, uzlaşmak zor oluyor.

Şimdi onlar savunmaya geçince ben de onların tarzında gardımı almış olsaydım kırıcı davranmış olurdum değil mi? Ağyar olmak, düşmanlık beslemek çözüm mü?

Kurtuluş Savaşı’nı topyekun ne güçlükler ile hep beraber omuzlamış asil bir millet idik. Sen ve ben ayrımı, bizden ve sizden ayrımları bakınız ülkeyi ne hallere getirdi. Laik ve dindar ortamdan size yaşamış olduğum örnekler sundum, yorum sizindir.

2017 yılında Ödemiş’te Hayrat Vakfı’ndaydım. Osmanlıca dersleri için bana kütüphanelerini, kitaplarını açtılar. Kendilerinden çok şey öğrendim. Dernek Başkanımız ile Ödemiş’imizin vazgeçilmez radyosu Radyo Remix’te de Osmanlıca ve Medeniyet adında bir program yapmıştık. Gazetemizde de Özümüz Kültürümüz adlı bir köşe yazısı ile o anları sonsuzluğa hediye ettik. Bir teşekkür de buradan olsun.

Geçen yıl bu zamanlar Katip Çelebi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ömür Ceylan ile Osmanlıca üzerine fikir kazı çalışması yaptım. Bu çalışma, Kitabeler ve Medeniyet başlıklı köşe yazısı ile siz değerli okurlarımızla buluştu. Yakın zaman önce hoca ile telefon görüşmem oldu. Üzerinde çalıştığı kitap yayınlanır yayınlanmaz gazetemiz için bu sefer röportaj yazısı hazırlayacağız nasip olursa.

“Yenilen pehlivan güreşe doymazmış” misali bu konuyu neden takıntı haline getirmiş olabilirim ki? Her şeyden önce Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın o eşsiz romanlarını okurken eski zamanların İstanbul mahallelerinde gezinip eski zaman beyleri ve hanımlarının sohbetlerine kulak kabartmış oldum. Şair Fuzuli, şair Nabi neler neler anlatmış, aşık olmamak elde mi? Siz de böylesine coşkularla demlenmek istemez misiniz?

Şair-yazar Attila İlhan ne diyor; “Osmanlı Türkçesi, Türklerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri özgün bir dildir. Arapçadan da Farsçadan da yararlanmış ama ikisi de olmamış. Yeni Türk kuşakları, Osmanlı Türkçesini anlayabilmelidir ki gelecekle geçmiş arasındaki köprüyü sağlam kurabilsinler.”

Tarihçi İlber Ortaylı: “Bugün Türkiye’de bir münevverin Osmanlıca okumayı bilmesi lazımdır. Atla deve değil. Arap harfleriyle yazılan bir Türkçedir. Nihayet dedelerimizin mektuplaşma dilidir.”

Sosyolog Cemil Meriç; “Kamus; bir milletin hafızasıdır, dilidir, kültürüdür.”

Araştırmacı-gazeteci Murat Bardakçı; “Türkiye’de entelektüelliğin şartı, Osmanlıca bilmektir. Osmanlıca bilmeyen entelektüeller cahildir. 1928 öncesi yazılmış şeyleri okuyamıyorsanız hiç okur yazarım diye geçinmeyiniz…”

Sevgili okurum, Atatürk’ümüzün 1927 yılında yazmış olduğu Nutuk adlı eseri orijinalinden acaba bugün kaç kişi okuyabilir ki? Siz bu soruyu cevaplayadurun ben de teneffüs arası verip orta şekerli kahvemi yudumlayayım, anlaştık mı?

Ağyar olmayalım