Nereden nerelere

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

‘Tıynetin napak ise hayr umma sen germabeden. Önce tathir-i kalb et, sonra tathir-i beden …’

Eski Türkçe’nin Türkçe anlamı şöyle: ‘Kötü huylu, pis karakterli bir kimse isen hamamdan bir hayır umma! Temizlenmek istiyorsan önce kalbini temizle, sonra bedenini …’ Öncelikli olarak kendi nefsime ikaz olsun.

Kişinin nefsi ile konuşması olur mu, elbette ki mümkün. Bazen buna vicdan sorgulaması diyoruz.

“Kalbi hangi hamam temizler, arındırır ki?” sorusuna aslında cevap verecek kadar pak değilim. Bizim derbederliğimiz bir kenara rol model büyüklerimiz, vefa ve inançla terbiye edilmiş bir vicdana ehemmiyet vermişler. Oysa ki;

Bireysel anlamda da toplumsal anlamda da vicdanen yaralandık. Böyle olunca da yüreklerimiz ağlar oldu.

“Olaylara nefsimizle mi bakalım, vicdanımız ile mi?” sorusunun cevabı herkesin özeli olsun ancak toplumsal vicdanı kaybetmeye başladık. Birilerini yuhlamak, diğerini şakşaklamak şiarımız oluyor. Siyasetin hırçın, sevgisiz ve adaletsiz dili, her bireyi hırpalıyor. Kelebek etkisi misali bir tatsızlık, başka bir tatsızlığı tetikliyor. Peki, siyaset kurumu ile aile kurumu arasında bir paralellik var mı? Sizce?

Kadın cinayetlerine her gün aşina olmak çok mahvedici! Hangi nedenden olursa olsun, kime yapılırsa yapılsın şiddeti, hakareti ve dalga geçmeyi tasvip edemeyiz. Sadece kadına değil, erkeğe de şiddet vs. olmamalı! “Erkeğe şiddet oluyor mu ki?” diye soruyor isen üzülerek söyleyeyim ki bu toplumda erkeğe de saldırıda bulunuluyor. Sözlü, manevi saldırılar da bir şiddettir. Vatan Şaşmaz cinayeti gibi neler var. Sosyal medyada sohbet operatörlüğü yaparak kelimelerin belini kırıp para kazanan bir hanım, sözlü darbe alan erkeklerin dramını anlatmıştı. Adamcağız, karısının uyguladığı sözlü şiddetten bunalıp huzuru dışarıda arıyor. Sohbet operatörüyle sohbet-i cananlar demek ki olabiliyor. İlginç!

“Kişiliğini eziyorum, oh olsun” lafları ile insani cinnetlerin sorumluları, sadece erkekler mi ya da yalnız kadınlar mı? Devlet adamlarının hoşgörüsüzlüğü, hırçınlığı, saldırganlığı erkeklerimize olduğu gibi kadınlarımıza da sirayet etti. Asil beyefendilerin, zarafetli hanımefendilerin dönemlerinde değiliz. Seviyesizlikler, edep ve erkan bilmemek, salgın hastalık gibi ortalıkta dolaşıyor. Kültür ve değerler ile lisan arasında muazzam bir bağ olduğunu bir önceki köşe yazımda belirtmiştim. Sokak ortasında, çarşı pazarda ana avrat küfür eden genç kızlara, ağzında cigarasıyla erkekleşmiş, kadınlığını kaybetmiş hanımlara baktıkça fazla modern olmayı, kapitalist sistemi, değerlerin aşınıp yitirildiğini görüyorum. Feminizm adı altında tüm kadınların -laik ve dindar- hiçbir dönemde olmadığı kadar kışkırtıldığını söylersem bir yuhhh ifadesini de sizden işitir miyim? Kendimi feminist olarak tanımlayamam çünkü acı çeken, şiddet gören sırf kadın değil, bu gerçeğin farkındayım. Eğitimli olmak, para kazanmak hanımefendiliğimizi ellerimizden çekip alıyorsa bu eğitimi sorgulamak gerekiyor. Erkeği öteki, hırslanılacak bir varlık hatta düşman olarak lanse eden bağnaz feminizm, evlilik kurumunda olması gereken arkadaşlığı, dostluğu zedeliyor. “Kadın, ne yaparsa yapsın kadındır, haklıdır, narin varlıktır” sloganının ardına saklanıp “Bizim erkekten farkımız ne ki? Onlar ne yaparsa biz de yaparız” afra tafraları ile nerelere geldik. Otobüse bindiğimde bundan birkaç yıl öncesine kadar yer veren beyler, artık lisan-ı halleriyle şöyle haykırıyorlar: “Ey hatun tayfası! Elinizde para, ağzınızda sigara, ayağınızda pantolon, artık eşitiz, ayakta durmaktan gocunma!” Bu sözlerimle antifeminist de değilim. Fikirlerimi bir gruba ait olmadan söyleyemem mi?

Birbirimize haklarımız, hukukumuz olduğu gibi sınırlarımızın olması gerektiğinin de farkında mıyız? Feminizm ve antifeminist söylemlerin de savaşını veriyoruz. Sonuç ortada… Yıkılan, dağılan evlilikler, ortada kalan çocuklar, çekirdek ailenin bile bir zaman sonra ortadan kalkacağı gerçeği, bilgilerinize ayandır. Diklenen kadın, hiddetlenen adam!

Antik Yunan’dan bu yana “Kadının ruhu var mıdır?” sorusu ile yüzleşmeye çalışan insanoğlu, modernite ile milenyumdan bu yana insanın değerini sorguluyor. Sahi, insan olmanın değerini kadın ve erkek olmaktan önce idrak etmemiz gerekmiyor mu? Kadın kimliği ile erkek kimliğini neden birbiri ile çatıştırıyoruz? Arafta olan trans kadınları ve trans erkekleri sadece seks işçisi olarak görüp öldürmek ile daha namuslu mu oluyoruz?

Birbirini tamamlamak için yaratılan Ademoğlu’ndan ve Havvakızı’ndan birbirine örtü olmaları, dost olmaları isteniyor. Oysa ki şarlamak, çemkirmek ve efelenmek ile hayatı zindan ediyoruz.

Hülasa, sözün özü hepimiz kutuplaşmaktan, ötekileştirilmekten, dışlanmaktan, düşman ilan edilmekten yorulduk. Fıtratımıza dönelim. Yaradan, kadına naiflik ve narinlik vermiş. Hırçınlığa, kaprise gerek yok. Erkeğe de güç ve kuvvet vermiş narin varlığı koruması, kollaması için… Eşitlik, fıtratımız gereği hiçbir zaman mümkün değil ancak haklarımız ve sınırlarımız gereği adalete ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Modernlik; mini etek giymekle, cigara içmekle olmuyor; tıpkı dindarlığın başörtüsü ve çarşafla sınırlı olmadığı gibi…

Zihnimi tırnaklarken eski bir Çin atasözünü hatırladım. Birine beddua ederken “İlginç zamanlarda yaşa” derlermiş.

Toplumsal anlamda ilginç zamanlardayız da kimin bedduasına uğradık ey canım okur?

Nereden nerelere