Kırık dökük bir kalemin ince uzun söylemi…

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Serzeniş mi etse, şikâyet mi etse bilemeden düşündü kalem. Düşün kurdu sonra. Fazla incelemek, irdelemek zihni yoruyordu. Kararsızlığa da prim veriyordu haliyle. İlk his, ilk düşünce, ilk intiba önemlidir değil mi? Biraz da sonraya dair devam edecek olan bu algılardır. Detaya indikçe müşevveş…

Seni yorduğu bildiğin için görmezden gelip geçtiğin kişiler gibi, görmezden gelip geçmeli bazı ayrıntıları. Her ne kadar “ayrıntılardır hayatı anlamlandıranlar” dersem de her zaman, bazen de es geçmesini bilmeli. Bilmeli ki net bir algı oluşabilsin değil mi?

Sorularla mı açmalı kalemin yolunu? Soruyor yolda karşılaştığım bir hanım “neden kimse kimseyi çekemiyor, bu kadar hazımsız, niye bu kıskançlıklar?” diye. Ne diyeceğimi bilemiyorum önce, yanımdaki arkadaşlar da öyle. Kısa bir süre biz de ister istemez zihnimizde sorguluyor, cevabını arıyoruz sorulan sorunun. Ayaküstü yapılan beş dakikalık sohbette profilini çiziyoruz zamanın aslında. Zamane anlayışı, zamanın algısı, hep bencillik, önüne, kendine değil başkalarına bakma, sadece kendini belli şeylere layık görüp diğerlerini küçümseme, kendisine ait olanı abartıp diğerlerini yerme alışkanlığı… Daha uzatabiliriz. Eminim ki siz de bunların yanına birçok farklı bakış açısı ve yaklaşımı sıkıntı doğuran neden olarak ekleyebilirsiniz. Yaşadıklarınıza ve çevrenizde yaşanılanlara bakarak.

Bir başka gerçeğin altını da çiziyor bu diyalog. İnsanlar ne kadar bunalmış ki yaşadıklarından iki dakikalık söylemlerinde bile bu serzenişleri sıkıştırıveriyorlar araya. İçte ne varsa dışa o vuruyor nihayetinde. Deniz ve kıyıya vuran dalgalar misali.

Oysa öyle güzel bir mevsimden geçiyoruz ki tadına varılası. Doyum olmaz misali. Başınızı nereye çevirseniz orada farklı renklerde, faklı bakışlarla, gülüyor mevsim size. Bahçelerin duvarlarından, evlerin balkonlarından avazı çıktığı kadar bağırıyor. Yaydığı envaî çeşit kokuyla mest ediyor. Limon ağaçlarının, hanımellerinin, güllerin ve daha kaç türlü mevsim bezemesinin rayihaları yakıyor genizlerimizi. Gülüyor yüzleri bitkilerin, ışığı, enerjisi yayılıyor etrafa. Aydınlatıyor günü. Ama bizler çoğu teğet geçiyor, ıskalıyoruz bunları. Ruhumuzu doyurmadığımız için de farklı mecralarda arayışlara girip başkalarına dikiyoruz bakışımızı. Başkalarının mutluluğuna göz koyuyoruz, başkalarının hayatını istiyor, onlar gibi olmak için gereğini yapmak yerine, onlara ait olana göz dikiyoruz ne acı…

Sıkılıyoruz çabucacık her şeyden. Hemencecik olsun istiyoruz. Sabrımızı sınayan zaman kazanıyor her dem. Koruk helva olamıyor öyle olunca. Şevkimizi de kaçırıyoruz belki de. Hani kalemim gibi şikayet ediyoruz sürekli ve bezdiriyoruz sabrımızı. Sabır bitince, umut etmeyi de bırakıp, atıyoruz kendimizi ataletin kollarına. Buyurun bundan sonra ne yapabilirseniz, yapın. Neresinden yerseniz yiyin parsanın…

Hani başka şeyler yazacaktın kalem! Yine olmadı, yine düşündüğünü değil, son demde gördüğünü yazdın. Eee ne diyelim bu da senin yoğurt yiyişin…

kırık dökük bir kalemin

inceden inceye serzenişi

mevsimin boyadığı zeminin

ah çekişi

mevsimin inceden

gönül koyuşu

lezzetli bir yemeğin

damakta kalan tadı

dimağda son şekli

azmin zaferi

zaferin coşkusu

kim muzaffer

kim

yok sorgusu…

Kırık dökük bir kalemin ince uzun söylemi…