Gözüme batanlar!

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

1980 yılında liseyi bitirip üniversite sınavına girdikten sonra sonucu beklemeden Belçika’ya gittiğimi yakın arkadaşlarım bilirler. İlkokula erken başladığım için lise bittiğinde 16 yaşında idim. İlkokul öğretmeni olan babam da 1976 yılından itibaren Belçika’da Türk öğrencilerine hizmet ediyordu.

80 yazında ailecek Belçika’ya gitme kararı almıştık. Henüz 12 Eylül askeri darbesi olmamıştı.

Bu yazımda abartılı “Ben Belçika’da iken!” öyküsü anlatmayacağım ama Belçika’da aile olarak bir kahve işlettiğimizden söz etmem gerekecek: Kafe Arkadaş.

Kahve işletmeciliğini 83 yazında Türkiye’ye dönene kadar sürdürdük. İlginçtir, Kaymakçı’daki kahvelerde otururken gözlerim bir süre, toplanmayan çay boşlarına takıldı. Kahvecilik fiilen bitmişti ama zihinde henüz sona ermemişti.

1984 yazında da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni kazandım. Dört yıl ara vermiştim ama o yıl iyi çalışmıştım.

Üniversite yıllarındaki çevrem, yarı zamanlı işlerde çalışıp harçlığını çıkarmayı seven arkadaşlardan oluşuyordu. Özellikle gazete dağıtımı ve dergi paketleme işinden harçlığımı çıkaracak kadar para kazanmıştım.

Fakültenin sonuna doğru da sokak levhası ve kapı numarası çakma işinde çalıştığımı belirttikten sonra o işi bıraktığımda da gözlerimin bir süre sokak levhalarında ve kapı numaralarında kaldığını söyleyeyim. İçimden hep şunları geçirdim:

“O levha, oraya değil de şuraya çakılsa daha iyi olurmuş!”

“Bu numara, biraz daha yukarıda olsa daha şık dururmuş!”

Hala gözlerimin çay boşlarında ve sokak levhalarında olduğunu söyleyebilirim…

Estetik, mesleğim gereği bende ‘biraz’ takıntı durumundadır. Yazım yanlışları ve göze batan hoyratlıklar, ister istemez canımı sıkar. Estetik, güzellik duygusudur. Güzellik deyince işin içine geometri ve renkler de girer. Bu takıntının biraz daha ötesi mükemmeliyetçiliktir. Uzmanlar, mükemmeliyetçiliğin bir tür hastalık olduğunu söyler.

Ama bana kalırsa bu ülkede takıntılı insanlara ihtiyaç vardır. Yolunda gitmeyen işlere karşı takıntılı olmalıyız…

‘Yapılan her işi beğenmeyen’ bir yapım vardır. Eğer bir işin içinde isem o iş, en iyi şekilde yapılmalıdır.

Belki de bu yönümle kılımdır! Kıldan tüyden işlere de kafa yormak lazım bence…

Bu kıllığımdan olsa gerek örneğin Efe Ofset’e uğradığımda artık bana bir şey göstermezler! Çünkü bir hata bulduğumda veya eleştirdiğimde canları sıkılır… Ve bulurum…

Gelelim yazının konusu kent estetiğine…

Kahretsin ki çıkıntılar, hep dikkatimi çeker. Yanlış yere yerleştirilen telefon ve elektrik kutuları. Direkler… Çöp konteynerleri… Esnafın kaldırım işgalleri…

Ve olur olmaz yerlere dikilen trafik levhaları… Gözüme batarlar adeta…

Sıvasız binalar, boyanmamış duvarlar…

Hele o kocaman ve cartlak renkli reklam panoları ve dükkan levhaları… Sanki gören insanlar, hemen içeri girip alışveriş yapacaklar!

Bir de hiç kazanamadığımız temizlik alışkanlığı…

Adını vermeyeyim, geçtiğimiz gün birileri bir parkta pilav üstü tavuk ikramı yapmış. Tamam, ‘hayır’ güzel ama ikramı midesine indiren, ayran kutusu ile tabağı olduğu yere bırakıp gitmiş.

Çöpü bir kutuya atma alışkanlığı da oluşamadı gitti henüz memleketimizde. Eğitim şart ama inanın okullarda da anlatılıyor temizliğin önemi…

Uyumdan, kurallardan ve estetikten hoşlanmıyoruz.

Şehir içleri neyse de eski köy ve beldelerimiz, iyice sahipsiz mi oldu acaba!

Kimse birbirine bir şey diyemiyor.

Örneğin çöpü yere atan birini uyaramıyoruz. Kaldırımın ortasını odun deposu yapan esnafa yaptığının yanlış olduğunu söyleyemiyoruz… Adam getirmiş, firmasının reklamını canı istediği yere dikivermiş ve kimse onu uyarmıyor…

Dükkanın önünde bir yağmurluk var; üflesen yıkılacak cinsten.

Köy meydanlarımız kimliksiz. Binalar, boyasız ve dökülüyor. Sokaklar, sanki küçük sanayi sitesi…

Bir uyaran, bir dürtükleyen olmayınca kimse kılını kıpırdatmıyor.

Adam, getirmiş meyve sebze kasalarını kaldırımın tam ortasına koymuş.. Veya eski bir minibüsün içine… Yayalar kendilerine ayrılmış bu özel yerleri kullanamıyor.

Bir de bazı belediyeler, ‘işgaliye parası alıyoruz’ gerekçesinin arkasına sığınmıyorlar mı!

Bence yerel yönetimler, bu konuda biraz inisiyatif ve sorumluluk almalılar. Yani gerektiğinde uyarmalılar. Hatta bununla ilgili bir birim bile oluşturabilirler.

Saldım çayıra, Mevlam kayıra olmamalı.

Yazı biraz uzadı, farkındayım…

Gözüme batanlar!