Denge -uzlaşı- ölçü en güzeli değil mi?

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Aristoteles’in altın orta kavramı ile felsefe tarihine katkısı, aslında insanın hayat serüvenine bir faydadır. Altın orta, dengeyi ve ölçüyü simgeler. Fahiş denilen aşırılıklardan uzaklaşabilmektir. Fikirler hangi eksende olursa olsun nihayetinde toplumsal bir varlık olduğumuz için orta noktada yani dengede uzlaşmak en güzelidir diye düşünüyorum. Neden mi böyle düşünüyorum? Elimden geldiğince izah edeyim. Malumunuz üzere 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’da yaşanılan terör olayı ile sadece Amerika değil, dünyanın hemen her yerinde değişimler yaşandı. Diyebiliriz ki dünya, topyekün dönüşüm yaşadı. Bu değişimle birlikte tek seslilik ve tek renklilik, çok sesliliğe dönüşüp farklı fikirleri anlamaya hepimizi sevk etti. Bir anlamda küreselleşme yani dünyanın ortak yaşanılan bir kasaba haline gelmesi, artık bir yerdeki bir olayın sadece o yeri bağlamadığını bize gösterdi. “Bize ne ki” yerine “Bunun sonucu, bizi de muhakkak etkiler” dedirtti. Globalleşme (küresel yaşam) böylelikle hayatımızda hız kazandı. Bunun en somut örneğini koronavirüs salgın hastalığı ile tüm dünya milletleri yaşıyor.

Son günlerde de sıklıkla gündeme gelen mevzulardan biri, hiç şüphesiz İstanbul Sözleşmesi’dir. Kadına Yönelik Şiddet, Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi olarak da bilinen İstanbul Sözleşmesi, toplumumuzda sizden-bizden ayrımını daha da çatallandırdı. Ayrımlaşan gruplar, kendi arasında da farklı bölünmeler yaşıyor. Siyasetçisinden gazeteci yazarına süregiden kutuplaşmalar, bahsedilen sözleşme yüzünden daha derinden bölünmelere neden oldu. Toplumsal bütünlük topluluklara, topluluklar mikroorganizmalara ayrıldı. Sorunun ciddiyeti, bir parti meselesinden çok daha fazlasıdır. Partiler, kendi içinde ayrımlaşmalar yaşıyor. Siyasi tarihimizde de “Daha önce bu kadarını yaşamadık” dedirtecek cinsten meydana gelen kaos ortamlarının boğucu havasını soluklamak zorunda bırakılıyoruz. Böylesi ilginç zamanlarda ziyadesiyle sakince düşünmeye, birbirimizi anlamaya, fahiş olan aşırı uçlardan kaçınmaya ihtiyacımız var. Hem ülkemizde hem dünyamızda barış istiyorsak uzlaşmak, ölçülü davranmak zorundayız.

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan sözleşmeyi Türkiye dahil pek çok ülke onaylamıştır. Mart 2012’de ilk onayı veren ülke de Türkiye’dir. Sekiz yıl içinde ne çok değiştik ki bugün uluslararası öneme sahip bir konuda kendi içimizde inanılmaz güven kaybı yaşıyoruz. İstanbul Sözleşmesi taraftarları ile aleyhinde tavır alanlar arasında çıkan gerginlik, sözleşmenin şu ifadesinde vuku buluyor: “Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılması, kadınlarla erkekler arasındaki eşitlik”

Sözleşmenin yanında olan kesim diyor ki: “Kadın ve erkek arasında hiçbir ayrım yoktur. Kadın ile erkek eşittir.” Sözleşmenin aleyhindekiler ise, “Kadın ile erkek, hiçbir zaman eşit olamaz. İster istemez kadın-erkek farklıdır” diyor. Bu görüş ayrılığı ekseninde gelişen tartışma, şöyle devam etmektedir: “Kadını eve hapsedemezsiniz. Ev işlerini istemezse yapmaz, istemez ise çocuk doğurmaz. Bedeni, kendi himayesindedir. ‘Aileyi dişi kuşu yapar’ gibi yargılarla sene be sene çile çeken kadını artık bir rahat bırakın” diyenler ile buna karşıt görüş öne sürerek, “Kadınla erkek, insanlık yönünden ve değer bakımından eşit olsa da hiçbir zaman cinsiyet ve görevler bakımından eşit olmaz. Kadın ve erkek eşit değildir ama kadının haklarına da adaletle yaklaşmak, kişiliğine eziyet etmemek elbette ki gerekir. Sonuç itibariyle aile kurumu, kadının dişiliği ve kişiliği üzerine kuruludur. Eşitlik, cinsiyet bakımından mümkün değildir. Annelik, kadına verilmiş en kutsal misyondur” diye görüş beyan edenler de var.

İstanbul Sözleşmesi’nde kadının cinsel haklarına yönelik geniş bir alan var. Kendi rızası olmadan bir evlilik yapamaz. Erken yaşta evlendirilemez. Evlendikten sonra istemediği sürece kocası tarafından cinsel ilişkiye zorlanamaz. Kadın, zorla kürtaja maruz bırakılamaz ve aynı zamanda kürtaj olma hakkını kimse elinden alamaz. Hatırlarsanız kürtaj, 1983 yılında Nüfus Planlaması Yasası ile yasal hale getirilmişti ancak son yıllarda yasal bir hak olan kürtaj uygulamalarında engellenmelerle karşılaştığını söyleyen kadınlar, dikkatleri yine bu konuya yoğunlaştırıyor. Sağlık Bakanlığı, “Kürtaj yasak” değil dese de hastanelerde kürtaj, “Yapılmıyor” denecek kadar azalmış. Bu durumda da parası olanlar, yurt dışında güvenilir ve temiz ortamlarda kürtaj olurken ülkemizde merdiven altı dediğimiz ucuz ama güvenilir ve temiz olmayan koşullarda mağdur durumda kalabiliyor.

Evlilik gözetilmeden cinsel ilişkiye girme yaşının ergenlik dönemlerinde olduğunu hesaba katarsak durumun ne kadar ciddi olduğunu kabullenebiliriz. Aynı zamanda bazı ülkelerde “Kadının seks yapması günahtır” denilerek konu ile ilgili fetvası bile verilen kadının sünnet edilmesi olayına da değinen İstanbul Sözleşmesi, hiçbir gerekçe ile kadın sünnetini yasallaştırmıyor. Cinsel yaşamın erkeğin olduğu kadar kadının da hakkı olduğu fikrine sahip sözleşmeye olumlu-olumsuz yorumlar yapılıyor.

Kadın sünneti denilen olay, kadının cinsel haz duyduğu bölge klitoris veya vajinanın bir bölümüne verilen zarardır. Maksat, kadının seks duygusunu tahrip ederek cinsel ilişki duygusunu yok etmektir. Dünya Sağlık Örgütü, tıbbi olmayan nedenlerle kadınların üreme organlarını yaralayan her türlü müdahaleyi genital bölgeyi sakatlamak olarak değerlendiriyor ve yasal bulmuyor.

Kadının Sünnet edilmesi olayı, özellikle Afrika ve Orta Doğu’daki birçok ülkede mevcut. Birleşmiş Milletler, her sene 6 Şubat’ta bu uygulamanın sakıncalarını hatırlatıp uygulanmaması için çağrıda bulunuyor. UNICEF’in raporuna göre 200 milyondan fazla kız çocuğu sünnet edilmiş. Bu bilgiler ışığında İstanbul Sözleşmesi, kadına insan muamelesi yapılması için çağrıda bulunuyor diye düşünüyorum ancak uzlaşı kültürünü de korumamızı diliyorum. Uzlaşı kültürü demek; birbirimizi anlamak, anlayışla saygılı olmak ve ne olursa olsun ayrımcılık, fırsatçılık yapmamak demektir. Feminist söylemler kadını korurken, kadınımıza özgürlükleri sunarken sanki erkeğin kadının düşmanı ve rakibi gibi davranmasını doğru bulmuyorum.Kadın; baş kaldırıp hırçınlaşarak, “Çalışan kadınım” havalarında rüzgar estirip gürleyerek haklarını korur düşüncesine katılmıyorum.

Anti feminist-muhafazakar kesimin de kadını sadece doğuran, yemek yapan, evde kakılmışları oynayan duruma düşürüp başına örtü taktığı sürece erkeğin saygı duyduğu hanım dediği, erkek ne yaparsa “He vallah” diyeceği bakış açısını da tasvip etmiyorum. Umarım orta yolda buluşur, uzlaşabiliriz vesselam…

Denge -uzlaşı- ölçü en güzeli değil mi?