Asırlardan seslenen mektup

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Peşrev Konağı, tam dört nesle ev sahipliği yapmıştı. “Büyükannelerimizin de anneleri, bu konağa gelin gelmişler. Şu ulu çınarın fidan olduğu zamanlardan bugünlere nasıl gelinmişti?” diye tefekkür ederken biliyordu ki bugünden o demleri anlamak pek kolay değildi. Eskiler dehr, dem kelimeleri ile zaman kavramını birlikte kullanmışlar ama o demler derken o zamanlar demekten çok daha detayını anlatmak istemişler.

Eh, ne de olsa hatun kişiler ile asilzade beylerin yaşamı solukladıkları günlerden bahsediliyor. O günlerin şehr-i İstanbul’u daha farklıydı. İstanbul-Bursa arasında yapmış olduğu yolculukların birinde tanışmış olduğu Sümbülzade Efendi’nin kızı Gülnihal Hatun vesilesiyle medeniyetler arasında da seyahatler yapabilmişti Kadriye Hanımefendi.

“Hayal içinde geçti ömr-ü derbederim” diye mırıldandı. Gece, seher vakitlerine evrilirken horoz sesleri duyulmaya başladı. “Bir zamanlar” diye iç geçirdi. Köprünün altından ne dereler taşmıştı. Değişmeyen ne vardı ki, değişimden her şey gibi o da nasibini almıştı.

Diller arasındaki harmoniyi keşfeden Gülnihal, asırlar öncesi yazılan mektupların da kendisine has bir yolculuğu olduğunu düşünüyordu. Düşünmekten de daha ötesi bu, onun için önemli bir sezgiydi. Lisan yalnızca harflere dokunmak değil, aynı zamanda o harflerin ardındaki gerçeklerin de farkına varabilmekti.

Lisan deyip geçmemek gerekiyor… Kelimelerin aleminde her şey çok daha farklı görünüyordu.

Hani vaktiyle ettiği dualardan biri de iyi bir berber bulabilmekti. Beybabasıyla yaşadığı sıralar ebenin yani büyük nine Kadi Hanım’ın dişini çektirmek için fellik fellik iyi bir berber aradığını anımsıyordu. Büyükbabanın Berber Hasan’a pek itibar etmediğini günlük tuttuğu defterlerden bizzat kendi okumamış mıydı?

“Şükür olsun ki ettiğim dua kabul olmuş, ebe nine ağrıyan dişinden kurtulmuştu” diye o anı aynen yaşadı. “Sağlığına kavuşur kavuşmaz elimden tutup beni pek de herkesi sokmadığı sanduka odasına çıkarmıştı” dedi Kadriye Hanım. Sandığında yalnızca el emeği göz nuru örgüleri, dantelleri yoktu, aynı zamanda da uçları yakılmış el yazısıyla yazılmış mektupları vardı. Mektuplarda gözyaşı izlerini bile fark edebilirdiniz.

“Ezelden aşinanım…”

Ebem ile büyük dedemin aşkları, öylesine derince yaşanmış ki yıllarca hafızalara kazınacak cinsten. İlk kahve içtikleri fincanları da en az mektupları kadar değerli olmalı ki halen saklıyordu. Aşkları ne kadar derin ve zamana meydan okusa da dedemin çapkınlıkları da yok değilmiş. Aşk-ı Memnu (yasak aşkı) bile affedilmiş.

“La Tahzen” (Üzülme) diyen lisanında insan-ı kamil bir hal vardı eski hatun Kadi’nin. “Latifeciğim, senin zamane sevdaların gibi değildi o demler… Bugünün hanımlarının pek hazzedemeyeceği bir hoşgörüye sahip ninem; ‘Herkes, ikinci bir şansı hak eder’ demişti.”

‘Sabah şerifleriniz hayrolsun hanımlar’ diyen Gülfem Kalfa ile birlikte içeriye giren Suzan, kahve fincanına ve sararmış mektuba odaklanmıştı. Bu fincanın kullanılması, adeta tabu haline getirildi. Sanki fincandan daha ziyade büyük dedem ile büyük nineme saygısızlık yapılıyor, onların hazine değerindeki hatıralarına kurşun sıkılıyormuş gibi bir his oluşuyordu. “Yine o fincanla mı kahveni içiyorsun?” sorusu da bu düşüncemi doğruluyordu.

Eşyaların dili olsa da konuşsa kim bilir neler anlatacaktı bize. Bunu bilemiyordum ama şundan emindim ki benim asırlara meydan okuyan fincandan kahve yudumlamamla zaman tünelinde yolculuk yapan bir ben olmuyordum. Hatıraların da kendince şimdiki zamana geliş gidişleri vardı. Hele ki şu asırlara meydan okuyan mektubu okuyabilselerdi; “Ahhh keşke” diye hayıflanmıştı.

Öğleden sonra Osmanlıca ve Farsça dersleri veren Sakız Hanım’ı konakta ağırlayacaktık. Sakız Hanım; Osmanlı kadını olduğu kadar Cumhuriyet’i de benimsemiş, Atatürk’e saygı duyan bir hatun kişiydi. Diller, kültürler, medeniyetler arasında seyahatler etmeyi sevdiği kadar Doğu-Batı ikileminde arafta kalanlara da el uzatmayı kendince misyon edinmişti.

Kimilerine göre Cumhuriyet düşmanı, kimine göre Yeni Osmanlıcı idi. “Kendisini tanımasam kulaktan duyma bilgilerle Sakız Hanım’a haksızlık etmiş olurdum” dedi Kadriye Hanım, torunu Latife’ye. Zilin çalmasıyla irkildi. Sakız Hanım, iki ciltlik bir kitapla karşılarında duruyordu. Anlaşılan oydu ki Osmanlıca hakkında konferans tadında bir ders onları bekliyordu.

Latife, Fransızca merakı ile yepyeni bir çevre edinmiş olmanın mutluluğu ile Doğu-Batı karmaşasını da yaşamıyor denilemezdi. Yeni arkadaşlarına göre eski kafalılıktı Osmanlıca ile ilgilenmek. Kadriye Hatun’u üzmek istemiyor ama arkadaşları tarafından da dışlanmak ağırına gidiyordu. Arınması gereken bir yük gibiydi eskiye dair ne varsa… Türkçe varken ne gerek vardı ki şimdi bu ağdalı dil Osmanlıcaya?

Kafasını karıştırmıyor değildi. Bu sebepten olsa gerek Sakız Hanım’a ilk sorusu bu olmuştu. Sakız Hanım, şu açıklamada bulundu gayet sakin ve mutedil bir üslup ile: “Osmanlıca, bağımsız bir dil değildir. Osmanlıca, Türkçenin bir dönemine verilen isimdir. Bu dönemi diğerlerinden ayıran özellik ise Osmanlı Devleti’nin bu dönemde Arap ve Fars kültürü ile sıkı bir etkileşim halinde olması neticesinde bu dillerden Türkçeye çok fazla sözcük geçmiş olmasıdır.

Osmanlıca, bugün konuştuğumuz Türkçenin Arap alfabesi ile yazılmış halidir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti öncesi tarihi değerlere inanılıyorsa Osmanlıca için Tarihi Türkiye Türkçesi de denilebilirdi. Biri Arap harfleriyle, diğeri Latin alfabesi ile anlatılıyordu hepsi bu. Her ikisi de aslında alfabeler farklı da olsa Türkçe idi.”

“Osmanlıca ile ilgilenmek demek; eskiyi hortlatmak, Osmanlı Devleti’nin yeniden kurulmasına destek vermek değildi. Olsa olsa eskileri daha iyi anlamak, tarihsel geçmişimizi doğru öğrenmek adına önemli bir vasıtaydı Osmanlıca. Kültür meselesiydi. Büyük ninelerimizin, dedelerimizin mektuplarını okuyabilmek için mezar taşlarındaki vasiyetlerini anlamak, toplumsal olduğu kadar bireysel tarihimizi de öğrenebilmek için kıymetlidir Osmanlıca öğrenmek” diye ekledi Suzan Hanımefendi.

Asırlardan seslenen mektup