Aklımızı ve vicdanımızı fenerle mi arıyoruz?

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bizim kültürümüzden, inancımızdan olmayan bir Japon mühendis Kishi Ryoichi, 25 Mart 2015 tarihinde İzmit Körfezi Geçiş Köprüsü halatlarından birinin kopması sonucu meydana gelen kazadan kendisini sorumlu tutmuş ve harakiri yaparak yaşamına son vermişti. Harakirisini, sorumluluk ahlakını unutmak mümkün değil.

Kültürümüzde ve kutsalımızda harakiri yapmak yok ama kul hakkı, adil davranmak, af dilemek ve de helallik istemek var. Sorumlu olduklarını kadercilik yapmadan üstlenen yöneticilere ihtiyacımız o kadar çok ki. Kadere iman etmek farklı, kadercilik yaparak üzerimize düşen sorumlulukları savsaklamak başka bir şey olsa gerek. Oysa ki bu gerçekle yüzleşmek bile bazılarımızı ürkütebiliyor.

Sorumlu olanlardan harakiri yapmalarını kimse beklemiyor ancak fazla serin ve soğukkanlı olmaları, akıl sağlığımız açısından da tehlikeli bir boyut aldı. Malumunuzdur, Temmuz 2018’de Tekirdağ ilinin Çorlu ilçesinde meydana gelen tren kazasının ikinci yılında halen doğru dürüst bir açıklama yapılmadı. Sakarya ilinin Hendek ilçesindeki havai fişek fabrikasında daha önce en az altı defa meydana gelen patlamalar sonrasında ve birkaç gün önce meydana gelen patlama için sağlıklı bir açıklama yok. Tahayyül ve tefekkürümüz tıkandı. “El insaf!” dedirtecek cinsten…

Tüm vefat edenlere sonsuz rahmet dilerken akıl ve vicdan sağlığımızı yitirmemeyi diliyorum. Böylesi dar zamanlarda edebiyatın güzel bir sığınak olduğunun bilincindeyim. Okumanın hazzı ve gerçeğin hüznünü bir arada doğaçlama tadıyorum. Bu duygu yüküyle hafta sonu Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ölümsüz eseri Billur Kalp romanını tekrar okudum. Ayak oyunları, entrika, rüşvet, alabildiğine sorumsuz davranışların bugünün modası olmadığını söyleyebilirim.

Kitabı Hüseyin Rahmi Bey yazmış olduğu için ayrıca üzerinde duruyorum çünkü kendisi padişah yanlısı da değil, İttihat ve Terakki Partisi üyesi de değil. Yani ortada olan, yaşadığı dönemi ve toplumu objektif bir şekilde gözlemleyip bu gözlemlerin sonucunda hikayeler, romanlar yazan bir edebiyatçı, yazar ve gazetecidir Hüseyin Rahmi. Hem Osmanlı hem Cumhuriyet Türkiye’sinde yaşamış ve ömrü hayatını kalem işlerine yani yazı yazmaya vakfetmiş bir mütefekkirdir.

Gazeteci-yazar Ahmet Rasim ve Fatma Aliye Hanım’la dönemin güçlü kalemi Ahmet Mithat Efendi’nin kurmuş olduğu Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde çalışır. Amaçları; yazarak uyarmak, bir anlamda eğitim vermek ve haksızlıklara sessiz kalmamaktır. “Adalet ve doğru eğitimin olmadığı yerde gelişim de olmaz medeniyet de diyerek yaşamlarını bu ulvi ülkü doğrultusunda feda etmişlerdir. Feda etmek dememin sebebi; düşünce çilesi, ıstırabı ile hayatın eğlenceliğinden uzak kalmış olmalarındandır.

Basın dünyasına kalemleriyle can-ı gönülden yatırım yapmış olduklarını onları okurken bir kere daha iyi anlıyorum. Bugünden yüz yıl öncesine yolculuk yapmak isteyenler, muhakkak ki o günün edebi metinlerini okumak zorundalar. Elbette ki günahı ve sevabıyla…

Her eserden bir şeyler keşfediyoruz haliyle. Billur Kalp eserinden etkilendiğim yerleri sizinle de paylaşmak istedim sevgili okurum. Birkaç dakikalığına da olsa seyahat eyleyelim, dünyanın aldım veremedim, gittim gelemedim telaşından uzaklaşarak olur mu?

Romanda Rumlaşmış İtalyan olan Madam Savaro, Abdülhamit Han döneminin öne çıkan paşalarından birinin kadınıdır ve duruma bozuk atan Hüseyin Rahmi, bakınız bu durumu kendi kalemiyle nasıl eleştirir: “Hazineleri midelerine dolduran bu obur devletlûlar, atufetlûların kızgın akan kanlarının da etkisiyle sayıları değişen metresleri vardır. Millet hakkını babalarından kalma öz malları bilen bu kara cahil herifler, bilmem nerelerini memnun etmekten başka bir zevk tanımamaktadırlar. Basın, sansür altındadır. Hafiye teşkilatı, milleti ezmektedir. İstibdat -baskıcı yönetim- bütün haşmetiyle sürerken halk padişahtan, padişah da halktan korkmaktadır. Basın, akıllara sığmaz derecede sansür baskısıyla zincirli, bütün millet hafiye ordusunun öldürücü melun korkusu altında ezilmiş, bitik… Hikmet-i devlet sırr-ı hükümet işte bu…”

Anlaşılan o ki yedi asır cihana hükmetmiş koskoca Osmanlı Devleti’nin neden sona doğru yuvarlandığı, yıkım süreci yaşadığı çok net olarak bu satırlardan anlaşılıyor. Haddinden fazla baskı, sansür, adaletsizlik, denetimsizlik, rüşvet, milletin hazinesini sömürmek ve sorumsuzca davranmak…

“Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” cinsinden herkes üzerine alınmalı çünkü sözümüz meclisten içeridir. “Bize bir şey olmaz, güç bizde” mantığı ile davrananların akıbetleri, tarih sahnesinde yerini aldı. “Tarihi olaylar geçmiş, mazide kalmış. Bana ne, bizi ilgilendirmez” şeklinde algılanırsa maazallah tekerrür etme gibi önüne geçilmez cilvesi vardır. “Cilvesi mi var, kimin?” diye sormuyorsundur umarım. Kimin olacak, tarihin!

Tarihi belgeler; sadece ders kitaplarında, romanlarda, arşivlerde değil; hayatın ta merkezinde yer alıyor. Bugünleri, şu anı iyi tetkik etmek istiyorsak hiç şüphesiz tarih kokan mektupları, romanları da okumak gerekiyor. Özellikle de tarafsız bir şekilde. “Pardon yazar hanım, yıllarca başımızın etini yiyorsun Osmanlıcaya önem verin, Osmanlı Devleti’nin tarihini de kabul edin diye. Şimdi bize Osmanlı paşasını o dönemleri karalayan bir eserden örnekler veriyorsun. Akşam zurna oldun da bize mi üflüyorsun?” diye sitem ediyorsanız hemen açıklayayım. Kabullenmemiz gereken; bir tarihsel gerçekliktir, yaşanmışlıktır, bizim tarihi dokumuzdur Osmanlı Devleti ile Osmanlıca. Ancak eğriye eğri, doğruya doğru demek şartıyla. Bir iki padişahın ya da paşanın günahını, son dönem hatalı politikalarını bütün bir devlet yapılanmasına yüklemek, insanlık anlamında vicdani olmadığı gibi hukuksal planda da adaletli olmaz.

“Ya hep ya hiç”, “Ya bizden ya sizden”, “Ya siyah ya beyaz” diyerek sadece tek yönlü incelemeler, hakiki olandan bizi uzaklaştırır. Hakikat; ne hikmetse hep gri tonlarda olup çok katmanlıdır, tıpkı yaşam gibi. Şimdi sıkı durun. Paşayı baştan çıkaran Madam Savaro, bir İtalyan casusudur. Rum, Ermeni tüccar ve kitapçılar, hükümetin gizlemeye çalıştığı her şeyi gizli gizli yaymakta ve yayımlamaktadır. Gazete ve dergileri değerinden fahiş fiyata satarak kazanç sağlamaktadır. Milletin aydın kişileri olan mütefekkirler, gerçekleri yabancı basından öğrenir. Toplumda fişlemeler, denetimsizlikler, adamcılık, rüşvet artmışsa doğal olarak bundan istifade etmek isteyenler olmuştur. “Bugün bu anlatılanların neresindeyiz?” sorusundayım. Herhangi bir partiyi yuhalamak ya da şakşaklamak derdinde olmadan kafa yoruyorum. Sahi, vicdanımızı ve aklımızı mı kaybettik yoksa fenerle aramaya mı çıktık?

Aklımızı ve vicdanımızı fenerle mi arıyoruz?