Ya istiklal ya istikbal

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bir şeye sahip olduğumuzda kıymetini pek bilmeyiz. Ama o şeyle hiç tanışmamışsak ya da o şey kaybedilmişse o zaman değeri anlaşılır. Bağımsızlık ve ulusal egemenlik de bunlardan biridir.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığında bağımsızlık -istiklalimiz- kaybedildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Anadolu hariç hemen her yerinde işgaller başladı. İşgaller, çoğu yerde çok acı olayların yaşanmasına neden oldu.

Mondros Mütakeresi’ni kabul etmeyen insanlar da vardı. Mustafa Kemal, bunlardan biriydi. Ama en önemlisi O, bu emperyalist anlaşmayı kabul etmediği gibi bu ülkenin yeniden bağımsızlığına kavuşacağına inanan tek insandı.

13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldiğinde işgal kuvvetlerinin gemilerini görünce, “Geldikleri gibi giderler” sözü, bağımsızlığa ve kurtuluşa olan inancının ilk işaretiydi.

16 Mayıs 1919’da Bandırma vapuruna bindiğinde ise İstanbul-Şişli semtindeki evinde kurtuluşun -bağımsızlığın- ve yeni devletin ana planlarını yakın bazı arkadaşlarıyla hazırlamıştı.

Ama kurtuluşa giden yol kolay olmayacaktı. 1908’den beri Balkanlar’da, Trablusgarp’ta, 1.Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde savaşan ve işgale maruz kalan halkı kurtuluşa ikna etmek, hele ki elde avuçta hemen hemen hiçbir şey de kalmamışken zordu.

Ama Mustafa Kemal için umutsuz durum yoktu. Umutsuz insan vardı ve Mustafa Kemal hiçbir zaman umudunu yitirmemişti. Her ne kadar ülke insanı yorgun, yılgın, umutsuz, yoksul ve bıkkın da olsa Mustafa Kemal savaştığı birçok cephede Türk insanının, askerinin fedakar mücadelesini görmüştü. Önemli olan kurtuluşa, bağımsızlığa olan inancı ve umudu yeniden yeşertebilmekti.

Amasya Genelgesi’nde “Vatanın bütünlüğünü, milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır”, Sivas Kongresi’nde ise “Milli sınırları içinde vatan bölünmez bir bütündür; parçalanamaz” deniyordu.

“Ya istiklal, ya ölüm” parolasının resmi dille kabul edilmesi, Sivas Kongresi ile gerçekleşti. Böylece Türk halkına kurtuluş umudu verildi ve bunun topyekun savunma ile başarılabileceği aşılandı.

9 Eylül 1922’de son düşman askeri de topraklarımızdan Kurtuluş Savaşımız ile atıldı. 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’yla emperyalizme ve dünyaya ulusal egemenliğimizin varlığı kabul ettirilmiş oldu.

Osmanlı’nın özellikle son iki yüzyılında adım adım gerçekleşen borçlanmalar ve verilen tavizlerle kaybedilen bağımsızlık, sömürülen toplum olmaktan, yüzümüzün akıyla ve dünyada az bulunan bir zaferle çıkmış oluyorduk.

Bağımsızlık, solunum güçlüğü çeken bir insanın tekrar normal ve temiz hava alması gibidir. Ancak bağımsızlığı sırf vatan toprağının kurtarılması olarak görmek, çok eksik bir bakış açısıdır. Mustafa Kemal de daha Anadolu’ya geçmeden bunun farkında olarak her alanda ulusal, milli ve tam bağımsızlığı hedeflemişti.

Türk Sanayii diye bir şey nerdeyse yoktu. Her türlü ticaret, ulaşım, Osmanlı Devleti’ne ait birçok gelir, yargıda mahkeme ayrıcalıkları, madenlerin ve diğer toprak altı zenginlikleri, yabancıların imtiyazı ve yönetimindeydi. Osmanlı, kendi toprağında neredeyse kiracı konumuna düşmüştü.

Köylü, ektiği tütünden Osmanlı borçlarının yabancılarca tahsilini içeren reji sistemi nedeniyle bir şey kazanamıyordu. Sıtma ve birçok bulaşıcı hastalığı önleyecek ne sağlık personeli ne de ilaç vardı. Eğitim, Anadolu’da medreselere bırakılmış, cehalet had safhada idi. Yabancılar bir suç işlediğinde ya da ticari işlerinden dolayı Osmanlı topraklarındaki kendi mahkemelerince yargılanıyorlardı. Tren yollarının, limanların işletilmesi yine yabancılardaydı.

İşte o yılların genç cumhuriyetini kuranlar, bu terk edilmişliğin, bu yoklukların farkına vararak müthiş bir ayağa kalkma, kalkınma hamlelerine giriştiler. Mustafa Kemal ve birçok arkadaşı, idealist insanlar olarak eldeki kısıtlı olanaklarla Türkiye Cumhuriyeti’nin öncelikli ihtiyacı olan çimento, demir, şeker, tekstil (Sümerbank) gibi sanayii kuruşlarını kurdular. Türk köylüsünün kendi toprağında ektiğinin kendisine ait olmasını sağladılar. Tütün rejisinin ortadan kaldırılması ve Tekel kurumunun kurulmasıyla Türk tütünü, bize ait fabrikalarda işlenip halka sunuldu ve ciddi bir istihdam sağlanarak yerli sermaye desteklendi. Mustafa Kemal Atatürk, kimsenin yüzünü dönüp bakmadığı ve “Buradan bir şey olmaz” denilen, bataklık olan bugünkü Atatürk Orman Çiftliği’ni bayındır hale getirerek Türk köylüsüne o günün modern tarım uygulamalarını ve tohum desteğinin verilmesini sağladı. Çok kısa bir sürede bulaşıcı ve tedavi yapılamadığı için ölümlere neden olan hastalıkların tedavisi ve ortadan kaldırılması için büyük bir çalışmaya geçildi ve kısa sürede başarı sağlandı. Eğitimde birlik sağlanarak hızlı bir okuma ve okullaşma çabasına girişildi. Mustafa Kemal Atatürk, yazdığı geometri ve medeni bilgiler kitaplarıyla bu konuya da aktif destek verdi. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu kurularak kendimize ait dil, tarih ve kültürümüzün korunması ve araştırılması başlatıldı. Madenlerimizin ve toprak altı zenginliklerimizin millete at olarak işletilip milli gelir elde edilmesinin sağlanması için kuruluşlar oluşturuldu ve bunlara topraklarımızdaki medeniyetlere sahip çıkma adına Etibank gibi isimler verildi. Kendimize ait bir Merkez Bankası ve yerli sermayeyi güçlendirme adına Türkiye İş Bankası gibi milli bankalar kuruldu.

Tüm bunlar yapılırken borçlanmamaya dikkat edildi. Ulusal bağımsızlığımızın korunmasına ve bağımsızlığımızın bu şekilde sürdürebileceğinin üzerinde önemle duruldu. “Yurtta barış, dünyada barış” ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın aklı doğru kullanmaktan geçtiği, Osmanlı’nın yanlış tecrübelerinden anlaşıldığından, “Hayatta en hakiki yol göstericinin bilim” olduğu prensipleriyle hareket edildi.

Ancak ne acıdır ki büyük fedakarlıklar sonucu kazanılan bu bağımsızlık ve getirdiği kazanımlar, büyük Atatürk’ün olümünden sonra, hele NATO’ya girmemizden sonra yavaş yavaş ve birer birer kaybedilmeye başladı. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu süreç çok hızlandı. Atatürk zamanında yetişen nesil, gitgide azaldıkça ulusal amaçlar ve millet için çalışma üretme arzusu, yerini dünyadaki neo-liberal ekonomik politikalara bıraktı. Dış borçlanma, yıldan yıla artarken cari açıklarımız da o oranda büyüdü. Yeni yatırımlar çok aza indi. Dış sermaye ise çoğunlukla yatırım için değil, paradan para kazanmak için geliyordu. Hızlı para kazandıran sektörlerde ise yabancılar, yerli yatırımları ya rekabetle ya satın almalarla erittiler. Örneğin; tütün ekimi azaldığı gibi sigaralar, artık hep yabancı firma marka ve üretimiyleydi. 1980’den sonra ekonomiye hakim olan zihniyet, bizi lüks ve tüketim ekonomisine yöneltmeye, kolay para kazanmayı özendiren bir anlayışa, devleti üretimden, özeleştirmelerle uzaklaştırmaya, çalışanları özel sektörün insafına bırakmaya, bireysel kurtuluş ve zenginleşme çabasına dönüştürdü. Ulusal çıkarlara ve millete hizmet anlayışından uzaklaşan ve bireyci, kolay zenginliği amaçlayan bu istikbal çabaları bağımsızlığımıza her alanda darbe vurdu. Büyük Atatürk’ün şu veciz sözünde belirttiği gibi “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.”

İstiklal olmadan istikbal olmaz.

23 Nisan’ı bir kez daha yaşadığımız bu günde 1920’lerin, 1930’ların ruhunu bir kere daha hatırlamalı, nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi ciddi ciddi sorgulamalıyız.

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun.

Ya istiklal ya istikbal