Kainatta zerre bile değilken!

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Arife günü şöyle sazlı sözlü göbecikleri attırmalı, bol kahkahalı bir yazı yerine içinizi köpüklü yayık ayranı gibi kalaylamasını umduğum bir yazıyı yazmanın sizdeki sinerjisini kurgulayarak yazıyorum. Daraldığınızda burnunuza mandal takıp okumanızı tavsiye etsem bana darılmazsınız değil mi?

Parlamenter (Meclis) sisteminden kopuşun ikinci senesini de geride bıraktık. Cumhurbaşkanlığı Sistemi, 16 Nisan 2017’daki referandum süreciyle başlatılmıştı aslında… O günden bu yana hamaset dolu sözlerin, ayaklarımızı yerden kesen vaatlerin bugün pek de bir ciddiyeti, heyecansal enerjisi kalmamıştır. “Avrupa bizi kıskanıyor, üstünlük aslında bizde” söylemlerine toplumbilim ve siyaset bilgisine gerek kalmadan yalnızca Euro para biriminin lira karşısında sekiz kat artmasıyla bile empoze edilen üstünlüğü kritik edebilir, aklen sorgulayabilirsiniz.

Tabii ki senin partin-benim partim sarkacında değilseniz. Her ne kadar ana muhalefet partisi lideri de sözde muhalif konuşsa da iktidar partisinin bir destekleyeni olduğunu en son yapılan kurultay toplantısında dolaylı da olsa hal diliyle ifşa etti. Yüzeyde bir danışıklı atışma; derinde, çok derinde bir el ele veriş öyküsü! Aklımıza ister istemez kimin kime karşı üstün olduğu, güçlü olduğu sorunsalı çörekleniyor. Dahası gördüklerimiz, duyduklarımızdan çok farklı gerçekler diyebiliyoruz.

Güç istemi! Üstün olma fikri! Aslında kadim bir problem. Bu istek her şeyi yaptırır, imkansız denileni bile. Misalleri, binlerce yıl öncesine dayanıyor. “Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu” isimli kitabında enine boyuna kafa yoran Friedrich Nietzsche, “İnsan özgürleştikçe ve de kendisini aştıkça içindeki gücü fark eder ve üst insan olur, üstünleşir. Bunun için tek eylem yaratmadır” der. Bunun için de öncelikle egolarımızı, kendi benliğimizi aşmamız şart. Nietzsche’nin vurguladığı iki tanrı Dionisos ve Apollon, her ikisi de uyumu ve biçimi simgelemektedir. Dionisos müziğe odaklanır, uyumu temsil eder. Apollon da heykel ile biçimi simgeler. Bu iki tanrı, Zeus’un oğullarıdır. Apollon; düzen, ölçü, aklı temsil etmektedir. Dionisos; yıkım ve değişimi temsil etmektedir.

Tek tanrılı inanç sisteminde melek ve şeytan ikilemi olarak düşünebilirsiniz. Hangi çağda olursak olalım dünya var olduğundan bu yana bu ikilinin savaşını yaşıyoruz. “Bu soyut varlıklara inanmıyorum” diyenlere daha elle tutulur somut örnekler verebilirim.

Son zamanlarda bizde düzen, ölçü ve akıl gibi mefhumların ne pahasına kurban edildiğini bir tefekkür edelim. Herkes kendince cevapladığında soyut söylemlerin ete kemiğe büründüğünü görecektir. Biraz daha detaylandırayım, ne manen ne madden yeterli seviyede üretmiyoruz. Çabalamadan, liyakat, ehliyet, işi bilene danışmak, istişare etmek bilincinden uzak savrulmalardayız. Adamcılık, elde etme hırsı, güç zehirlenmesi hepimizin kanında mevcut. Dolayısıyla özgür değiliz. Eski prangalar, zincirler bugün yerini modern iletişim araçlarına bırakmış. İletişim kurduğumuzu, bağımsız olduğumuzu sadece zannediyoruz. İçimizde nice şeytanca ölçüsüzlükler, düzen bozmalar, bencillikler vs. atağa geçmiş durumda, -mış gibi hayatların kısır döngüsündeyiz. Melek ve şeytan; Dionisos ve Apollon ikileminde gelgitlerdeyiz. Bu gelgitlerden arınmak kolay mı, yani üstün olmak!

Varoluş süreci de bu değil mi; oldu bitti değil, her saniye niyetlerimizle düşüncelerimizle dileklerimizle oluşuma yön veriyoruz. O yüzden kaderi bir anlamda biz de şekillendirmiş oluyoruz. Hangimiz dengeli, ölçülü, kararlı, adaletli ve de iyilikle dolu ise aslında bir anlamda üstünlüğü ele geçirmiş demektir.

Peki, bakalım sıradan hayatlara ve bizi yönetenlerin söylemlerine yapıp etmelerine; birinin diğerine bir üstünlüğü, bir başarısı var mı? Olmazsa olmaz olan; düzen ile değişim, bütünleşme ile yıkımın kendisi. Olimposlu tanrılar, titanların egemenliğini yıkmıştı. Canavarları yok etmiş, kendi krallıklarını kurmuşlardı. Ne ilginç, bugün o günlerden aslında farksız. Yaşadığımız sen-ben kavgaları, iyiliklerin-kötülüklerin savaşı, siz-biz üstünlüğü Olimpos’tan geliyor.

Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde üstinsanın özelliklerinden bahseden Nietzsche, insanla üstinsanın ayrımını şöyle yapar: “Size üstinsanı öğretiyorum. İnsan, aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için siz neler yaptınız? Şimdiye dek tüm varlıklar, kendilerinden üstün bir şey yarattılar ama siz insanı aşmak yerine hayvana geri dönmek mi istiyorsunuz? Maymun nedir ki? İnsanın gözünde bir kahkaha ya da acı verici bir utanç… Üstinsan, yeryüzünün anlamıdır. Yalvarıyorum kardeşlerim, yeryüzüne sadık kalın. Yaşamın bizatihi kendisini aşağılamayın…”

Üstinsan, aynı zamanda iradeli ve özgür olandır. Onca şakşaklayan ya da yuhalayan, acaba üstinsan olabilir mi, diğerine üstünlük kurabilir mi? Orta Çağ’ın kilise yapılanmasına, dogmatik öğretilerine başkaldıran filozofumuzda asıl problemin insan olduğunu anlıyoruz.

Farkındayım, oldukça sofistike kaçtım bu yazımda. Salı günü yayınlanan “Sahiden samimiyet var mı?” yazımın soyut bir açılımını bu satırlarda yapmaya çabalıyorum. Tek yönlü olmadan, pek çok yönden, farklı pencerelerden seyretmenizi, siyah-beyaz diye keskin ayrımlar yapmadan hakikatin farklı renk tonlarında olacağını anımsatmak istiyorum. Varsa yoksa kendi varoluşumuz, can aynasına yön verecek cananları görmezden geldik geliyoruz. Bizden değilse ile başlayan fişlemelerimiz, dedikodularımız ötekileştirip dışlamalarımız sonrasında bırakalım üstünlüğü, normal düzeyde insani erdemlerimizden bahsedecek yüzümüz dahi kalmadı. Sıkıntı, bir partide ya da onu koltuklayan diğerlerinde değil; topyekun toplum olarak insani erdemlerimizi ıskalıyoruz. Tarihten ders almadan!

Lozan Antlaşması’nın yıl dönümünü geçen 24 Temmuz’da yad ettik. Tarihimizle elbette övünelim, kolay şeyler yaşanmamış. Binlerce rahmet olsun. Bu gerçeği kabul ederek öte yandan Lozan sonrası mübadele (zorunlu yer değiştirme) yoluyla pek çok Rum, Ermeni yaşadığı, ülkesi gibi benimsediği bu topraklardan göç etmek zorunda bırakılmıştır. İstanbul’un Elbesan köyü, bu acıya sadece bir örnektir. Lozan Mübadilleri Vakfı, Çatalca’da da bir Mübadele Müzesi açtı. Acılar, yıkımlar kin tutmak için değil de tarihi yaşanmışlıklardan ders almak adına unutulmamalı… Bunun için bu müzeyi önemsiyorum.

Biz var ya biz hamaseti ile değil, insani bakış açımızla yorumlamaya çabalayalım yaşanılanları, toplumsal ve bireysel tarihimizi; gerçek anlamda düşünürsek her şey çok daha başka görünecek dünya gözüne! “Ben gelmedim dava için/Benim işim sevgi için/Dostun evi gönüllerdir/Gönüller yapmaya geldim” (Derviş Yunus Emre)

Daha derinden, deruni planda varlık çemberinde eşitlenmek istiyorsak tam vaktidir, Kurban Bayramı; nefsin aşırı isteklerini güç zehirlenmelerini kurban edip gerçekten insani olmak adına… Hayvanlara eziyet etmeden, onların da üzerimizdeki haklarını gözeterek dini vecibemize ve temizlik kurallarına uygun şekilde kurban kesmeyi, bizden olmasa paylaşabilmenin infak etmenin sofralarımıza misafir etmenin ziyaret ehli olmanın manevi zenginliğiyle gerçek insani üstünlüğü yaşamayı diliyorum Yüce Allah’tan. Birbirimizi Hak için sevmeye gayret edelim lütfen. Mübarek Kurban Bayramı’nızı tebrik ediyorum.

Kainatta zerre bile değilken!