Yola dair
'Orman çılgınlaşır mı?' dedi kadın. Adam, eğilerek yerden kırık bir dal aldı. Kadına gözlerini delercesine baktı....
“Orman çılgınlaşır mı?” dedi kadın.
Adam, eğilerek yerden kırık bir dal aldı. Kadına gözlerini delercesine baktı.
“Eğer bu dal kırılmışsa, yüreğinin kırıldığı gibi orman da bir dal uğruna çılgınlaşır elbet!”
Yazıya giden yol bazen bir sözcük, bazen bir dize, bazen de yukarıya aldığım bir diyalogla başlar.
Sizi tetikleyen her neyse -bir bakış, bir fotoğraf, bir resim, bir obje- ister canlı ister bize göre cansız olsun hiç fark etmez. O an ne bulursanız yazmaya koyulursunuz. Yazı hayatının içindekiler, bunu çok iyi bilirler. Yaşarlar da. Kimi, gece yarı uyanık bırakır sözcükler sizi. Üşenmeyip not alırsanız ne âlâ, yoksa bir kelebeğin kanadıyla uçup gider sabah gözünüzü açtığında.
Okuduğumuz kitaplar, dergilerde unutulmaya yüz tutmuş denemeler, öyküler, şiirler! Her biri yepyeni bir ufuk penceresidir anlayana, bilene. Bu yazıya oturmama neden olan kitaptan altını çizdiğim bir alıntıyla sürdürelim. “Ey yazar, sen şişeni denize at, geleceğe güven, bugün kimse okumasa bile namus sözünden -sözlerinden- dönme. Bekle, arzula, arzula, seni kimse sevmese bile…” (*)
Okumalara ara verdiğin zamanlar da olur. O dönemi bir geziyle ödüllendirmek geçer içinizden. Çıkıp gitmek duygusu ağır basar. Kendini boşluğa bırakış. Yaban illere, hele gündemin kulağı sağır eden borazan seslerinden uzaklaşma isteği bu. Her gün temcit pilavı gibi yinelenen sözler, ithamlar, yok edilmelerle yitirilen zaman. Onu geri getiremeyeceğimize göre en iyisi ilerletelim diyerek elde valiz çıkılır yola. İşte bu duygularla Kuşadası Limanı’ndan hızlı feribotla çıktık Samos yoluna. Uzun zaman bir deniz yolculuğu yapmamış bedenimin kısa sürede denize uyum sağlamasına şaşmadım. Sabahın sakinliği de belki buna katkı sağladı.
İlk uğrak yerimiz; ünlü filozof, matematikçi, kendi adıyla anılan teoremi bulan Pisagor’un yaşadığı ve ada tiranı tarafından kovulduğu kent Pisagoras ki bugün orası UNESCO Kültür Mirası’na alınmış. Burada bizi bekleyen otobüsle adanın başkenti Samos’a koyulduk. Yurtdışında beş yıl yaşayan biri olarak yaban eller kavramını tanıyan biriydim. Ama yine de hiç gitmediğim bir toprağa ayak basıyor olmanın verdiği bir heyecanı da göz ardı edemezdim. Öğlen yemeği ardından kent meydanı -adını duyduğumuz- siesta saatine rastladığından alanda pek az insana rastladık. Avrupa Birliği’ne üye bir ülkenin sokak, cadde ve alanlarının temizliği, trafiğinin sakinliği, korna sesine gerek duymayan saygıyı gördükçe pasaportunu taşıdığım ülkeyle nasıl gurur duyabilirdim ki!
Bu yazı giderek bir gezi anlatısına dönecek korkarım. Yedik, içtik, eğlendik (!) denir ya, bizimkisi de öyle işte. Manastırı, kilisesi, plajları ve tavernaları ile gerçek bir sakinlik abidesi o adaları zaten her ziyaret eden anlatıp duruyor. Hele deneyimli ve sizden hızlı giden bir yönderiniz varsa her şey yolunda demektir.
Dostlarıma söylediğim şu: Gidin, gezin, dolaşın, açılırsınız! Bunu en çok yapanlar da sanırım edebiyatçılar. Örneğin Rainer Maria Rilke, yaşamı boyunca 90 kentte bulunmuş. Ben henüz o rekoru kırabilmiş değilim. Her yeni coğrafya, insana yepyeni çağrışımlarla gelir. En küçük bir ayrıntı, hiç fark edilmeyen bir tabela, bir çiçek saksısı “Beni de al yanına” dercesine bakar. Çıktığımız dağ köyündeki ‘Mavi Sandalye’ adlı lokantada bunu yaşadım. Hemen cep telefonumla fotoğrafladım. Belki en çok o fotoğraflarla mutlu oluyoruz, kim bilir…
477 kilometrekarelik koca bir adanın her yeri yeşil olur mu, oluyormuş. Hele kısa süreli ayrılığa karşın göz alabildiğine çivit mavisi Ege sularıyla çepeçevre kaplı bir huzur adası, gün gelmiş acıları da yaşamış. Terk edilmiş binaları gördükçe “Bina sahipleri, AB sonrası yurtlarını terk edip iş aramaya mı gittiler?” dedirtse de keyiflerine düşkünlüğüne bakılırsa hiç de inandırıcı gelmedi bu savım.
Yol hikayeleri, bende hayli birikti. O hikayelerde yaşadığım pek çok şey, unutkanlığımla ilgilidir. Bunlardan biriyle, en çok anlattığımla bitirelim yazıyı.
Almanya’daki ilk yılım. Münih’e iş toplantısına gidiyorum. Arabamı tren istasyonuna terk edip bilet alıyorum. Gelen trenin tek yolcusuyum. Hareket ettikten yarım saat sonra el çantamın yanımda olmadığını fark ediyorum. O an, başımdan bir kazan kaynar su dökülüyor. Eyvah! Tren gidiyor. Ev, araba anahtarım, pasaportum şimdi nerede? “Treni durdursam ne olur?” diye düşünürken bir istasyonda tren duruyor. Bulunduğum pencereye bir el tıklatıyor. Şaşkınlıkla baktığım kişinin istasyon şefi olduğunu anlıyorum. Camı açıyorum. Hızlıca konuştuğu çoğu sözcüğün içinden yalnızca birini anlayabiliyorum: “Tasche!” Çantamdan söz ediyor olabilir mi, hem nasıl mümkün olur ki? Yine de teşekkürü elden bırakmıyorum.
Tren hareket ettikten sonra bana doğru gelen biletçiye şefin söylediklerini tane tane söylemesini istiyorum. Anlattığına göre el çantam, bizden sonra gelen trene verilmiş, Münih Garı’nın 23 nolu peronuna bizden beş dakika sonra ulaşacakmış. Oradan alabilirmişim. İlk anda inandırıcı bulmasam da içimin harareti biraz söner gibi oluyor.
Gara indiğimde söylendiği gibi 23 nolu perona gidiyorum. Saate bakmamla birlikte beklenen trenin gara girdiğini görüyorum. İlk vagonda ayaktaki kişi tren şefinin elinde sallanan kahverengi deri el çantamı gördüğümde sevinçle sesleniyorum: “Meine Tasche, meine Tasche!”
(*) Diana, Carlos Feuentes, Çev. Pınar Kür, s. 197, Can Yayınları, 5. Baskı, 2014.
Bakmadan Geçme





