Yeryüzü vatandaşı olarak
George Patrick Carlin, hem anarşist hem de ateist bir düşünür ve komedyendir. 2008 yılındaki ölümüne kadar...
George Patrick Carlin, hem anarşist hem de ateist bir düşünür ve komedyendir. 2008 yılındaki ölümüne kadar pek çok da ödülün sahibi olmuş Amerikalı Carlin’in düşüncelerini anlamaya çalışıyorum çünkü ateist olmak, sadece Tanrısız bir yaşamı seçmek ve bir yaratıcı güce iman etmemek değil; yaşadığı toplumun kodlarına da bir anlamda sırt çevirmektir. Din olgusu, toplumsal bir yapıdır. Her ne kadar bireysel anlamda inançsal boyutu olsa da nihayetinde toplumların kendilerince de şekillendirdiği bir sosyal kurumdur din. Yani bireye özel değil; genel geçerdir, toplumsaldır.
Tanrısal sohbetlerimiz, onunla kurduğumuz ilişki, ona olan inancımızı biricik kılar ve bu inancı özelleştirir. Peygamberlerin söylemlerine dikkat edersek hiçbiri toplumlarından maddi bir şey istememiş, tebliğleri karşısında aylığa bağlanmamış, kısacası inançlarını kurumsal hale getirmemişlerdir. Yeryüzünün kendisi, bir ibadet yeridir. İbadet, dua için de özel bir mekana da ihtiyaç yoktur. Dahası peygamberler, “Siz Hıristiyan olun, onlar İslam olsun, diğerleri Yahudi olsunlar, diğerleri Budist vs…” gibi de bir ayrım içinde değillerdi. Bu tür ayrımlaşmalar; ülkelerin siyasetinden, devlet kurumundan, ekonomisinden, savaş ve barış politikalarından, tarihi ve kültürel yapılanmasından etkilenip şekillenmiştir. Yani dinsel olgu, sadece Tanrısal inançla ilgili olan bir durum değildir.
Ritüeller ve başkaları için de yapmamız gereken ibadet fasılları, derinde hissedilen özel duyguyu bir anlamda ete kemiğe büründürüp aşikar eyler. Bazılarınca bu özel duygu ne kadar gün yüzüne çıkarsa bize o kadar çok dindar muamelesi yapılacak izlenimi boşuna değildir. Bunun en somut örneğini bir başka toplumsal kurum olan siyaset-devlet yapılanmasında görüyoruz.
Anarşizm; hiçbir değeri, toplumsal kültürü, sosyal yapıyı benimsemez. Bir anlamda böyle davranarak özgürlüğe kapı açılmıştır. Elbette ki herkesin özgürlükten ne anladığına, bağımsızlığı nasıl tanımladığına bağlı olduğu için bir kelimenin tek bir açıklaması olamaz. Olsa olsa bakış açıları olabilir, haksız mıyım?
Carlin, Amerikalı olduğu için kendi yaşadığı Amerikan toplumunu, o dönemin şartlarını, politikasını eleştiriyordu. Eleştirmekten de öte dalga geçiyordu. Ölümünden sonra kendisine Amerikan Komedisi Mark Twain Ödülü verilmiş olması, az bir şey midir?
Düz mantıkla baktığımızda ilk görünüşe göre karar verdiğimiz zaman karşımıza ateist ve anarşist bir kişinin zırvaladığı bir şeyler olarak görebiliriz. Komedisinin arka planında derin bir tefekkür olduğunu beyin jimnastiği yaptıkça, zihin kaslarımızı geliştirdikçe anlayabiliyoruz. Kısaca empati yapabilmek, halden anlamak, ne demek istediğine yoğunlaşmak için çabalamak…
19. yüzyıl Almanya’sında filozof Friedrich Nietzsche, “Tanrı öldü” derken bireysel anlamda içinde konuştuğu, dertleştiği Tanrı’yı değil; o günün toplumundaki Hıristiyan kültürünün Tanrı’sını zihninde öldürmüştü. Filozofun başkaldırdığı şey; kilise babalarının engizisyon ve aforoz dayatmaları, dini ve yaratıcıyı kendi tekellerine almış olmalarıydı. Olabildiğince haksızlıklar, adaletsizlikler din adına yapılıyordu. Düşünen beyinler, sorgulayan zihinler bu gerçeklerden son derece rahatsız ve üzgündü. Kimi “Tanrı öldü” dedi, kimi değerleri hiçe saymayı kurtuluş olarak gördü. Özde hep aynı dert hakimdi.
Aslında toplumlar, kültürler, diller ve dinler farklı olsa da özde problem aynı gibi görünüyor. Ruhban sınıfı ve siyaset geleneği, dini inançları kendilerince şekillendirip formatlayarak pazarlayabiliyor. Tarihsel okumalarımız, bize bunu gösteriyor.
Rumi’nin “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” sözü, satırlardan sadırlara inemiyor ki bugün yine aynı terane gündemini koruyor. Sürüncemeler, başkaldırılar, siyasetin dini haddinden fazla kullanarak topluma ayar vermesi, şaşırdığımız konular değil ama dindar, ateist, vatansever, anarşist söylemlerini kullanırken her zamankinden daha temkinli olmak zorundayız.
Ayasofya, 532 tarihinde Bizans İmparatoru 1. Justinianus tarafından inşa ettirilmiş eski bir patrik katedralidir. 1453 yılında Osmanlı İmparatoru Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethetmesiyle camiye dönüştürülmüştür. 1935 yılında müze halini alan Ayasofya, tekrar camiye dönüştürüldü. Birkaç haftadır bu konu tartışılıyor. “Müze olarak kalsaydı” diyenlere bir nevi anarşist ve dinsiz gözüyle bakılması ne derece dindarlık, buna elbette siz okur olarak karar vereceksiniz.
Ayasofya adındaki ‘aya’ sözcüğü ‘kutsal, azize’; ‘sofya’ sözcüğüyse herhangi bir kimsenin adı olmayıp Eski Yunancada “bilgelik” anlamındaki ‘sophos’ sözcüğünden geliyor. ‘Kutsal bilgelik’ demek olan Ayasofya, İstanbul’un ayrılmaz bir parçası olup gezilmeye, görülmeye değer doğrusu.
Şehr-i İstanbul, bir dünya kenti; medeniyetlerin ortak hafızası ve kıtalar arasındaki eşsiz güzellik… Aynı zamanda tarihsel planda pek çok milletin de değerlerine, kültürel dokularına sahip. Osmanlı Devleti’nin torunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin çocuğu olarak ve de İslamiyet’in dinsel, toplumsal, tarihsel kodları gereği Ayasofya’nın cami olarak hizmet vermesinden çok büyük onur ve gurur duyuyorum lakin dinimizi yalnızca bazı ritüellere boğup “Adaletle, doğrulukla hüküm verin” emrini hiçe sayarcasına işleri particiliğe, adamcılığa, çıkar ve rüşvete terk ederek, toplumsal cinnetleri görmezden gelerek ıskalamayı, dini yaşamın içinden çıkarıp mabede hapsetmeleri, siyasetin aracı kılınmasını ahlaki ve vicdani bulmuyorum.
Takdir-i İlahi söylemleri ile kadercilik yaparak sorumlulukları savsaklamayı, onlarca kuralsızlığı, denetimsizliği ve adaletsizliği eleştiriyorum. Bireysel anlamda inanç yolculuğumda Ayasofya’nın cami olmuş ya da katedral olarak kalmış pek bir önem teşkil ettiğini söyleyemem çünkü bizi gerçek manada kalbimizdir Yaratan’a ulaştıran. Tarihsel doku itibariyle kabul etmek gerekir ki Ayasofya, bir zamanların medeniyetlerinin inançlarına, kültürel miraslarına ev sahipliği yapmış. Dolayısıyla her milletten, her dilden ve her dinden olanın kendisinden izler, anılar bulacağı bir yerleşke olarak yaşatılmasını da sıradan bir yeryüzü vatandaşı olarak çok isterdim.
Bu anlattıklarımı tek tek cımbızlarsak kimi yerde anarşist, kimi yerde ateist, kimi yerde vatan haini ve din düşmanı olarak lanse edilebilirim. O yüzden yazıma başlarken sizi bir düşünce yolculuğuna çıkarıp tefekkür etmenizi istedim. Bütünsel olarak okumak ve derinlemesine anlamak, her zaman savunduğum bir ilkedir.
Toplumun, tarihin ve dinin bir parçası olsak da aslında yeryüzünün sakinleri, Hazreti Adem ile Hazreti Havva’nın mirasıyız.