Yazmak sevgiyse eğer
Yazmak sevgiyse eğer sevgi de inanmak. Bugüne değin hep kendime sorduğum bir soruyu bu kez başkalarına...
Yazmak sevgiyse eğer sevgi de inanmak. Bugüne değin hep kendime sorduğum bir soruyu bu kez başkalarına sordum. Aldığım her yanıtla sonbaharın ilk nişanlarının yüzüne savruldum. Onların sözlerini hangi ruh halinde söylediklerini çözmeye çalışırken kimi zaman boşluğa düştüm. O boşluktan çıkış için bir başka söze tutunmaya çalıştım, kopuşa an kala gözüm yeni bir dal aradı durdu.
Hangi sözün beni sersemlettiğini, hangisine şapka çıkarmam gerektiğini, hangi sözün “Keşke ben söyleseydim” dedirttiğini not ettim belleğime. Ama inanın şu Moliere yok mu, beni her zaman düşündürdü:“Yazmak, fahişelik gibidir. Önce zevk, sonra birkaç dost, nihayet para için yapılır.”
Oysa yazıya ne saf duygularla başlanır değil mi? Ben mi öyle sanıyorum yoksa siz de benim gibi mi düşünenlerdensiniz?
Her ne olursa olsun işin başlangıcı, bir ilki var. Yazıya ‘abc’ ile başlanmaz mı? İlkokula başladığım yıl, Demokrat Parti baştaydı. O yılı tamamlamadan sıcak bir Mayıs günü, kasaba pazarının kurulduğu cuma günü belediyenin ses cihazından öğrendik ki ülkede ihtilal olmuş. Demokratlar gitmiş!
O yıl bize okuma yazmayı öğreten öğretmenimizin adını zorlasam da çıkartamıyorum. Neden mi? Öğretmenin parmak uçlarımıza yedirdiği cetvelli dayaklardan olsa gerek. Geometriyi sevmeyişimin altında yatan neden, belki de o cetveldi!
Bereket versin ikinci sınıfta yeni bir öğretmenle tanıştık da o acı dolu yıl geride kaldı. Bizim kuşak, okuma yazmayı acılı öğrendi dersem hiç de yanlış olmaz. Bugün her altı Türk’ün yılda bir kitap okuduğu savını kime sorsak -ki istatistiklerin yalancısıyım- birçok kişinin benzer şeyler yaşadığını umuyorum. Okumanın ardından güzel yazının gelmesi beklenen süreçte eğer öğretmen, işini seven biriyse başarılı olur. Ama ülkemizde öyle tuhaf işler var ki bunların başında uzmanlık gerektiren sınıf öğretmenliği; ziraat mühendisine, arkeologa, makine mühendisine hatta tıp fakültesi mezunu doktora bile yaptırıldı. Otuz beş bin civarında üniversite mezununu sınıf öğretmeni olarak atayan siyasi kararın altında imzası olan iki kişiden biri dönemin başbakanı Tansu Çiller, diğeri de Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam’dı. Onların eğitime verdiği zarar, doğrusu MC (Milliyetçi Cephe) ile başlayan, Ecevit’in başbakanlığı ile süren üç ayda öğretmen yetiştirme furyasında dahi verilmedi. Eğitimin gayri ciddi bir iş gibi algılanmasındaki kasıt neydi, kime hizmet ediliyordu? Bence bunu 1947’de Milli Eğitim Bakanlığı’na Truva atı gibi giren Amerikalı eğitim danışmanlarında aramalı.
Yazmayı sevdirmenin bir yolunun güzel yazı yazmaktan geçtiğini öğretmen okulunda öğrendik. Kamış kalemleri siyah ve kırmızı mürekkep hokkasına itinayla batırır, güzel sözleri özenle bloğa yerleştirirdik. Yıllar sonra Almanya’da öğretmenliğe başladığımda Alman meslektaşların karatahtaya tebeşirle yazdıkları yazıları gördüğümde doğrusu çok imrendim. Bereket versin okuldan aldığım eğitim imdadıma yetişti, ben de unuttuğum eğik el yazısıyla öğrencilere örnek olmaya çalıştım.
Artık ne mektup alıyorum ne de mektup yazacak kadar tutkuyla bağlandığım birileri var! Oysa gençlik yıllarımda mektuplaşmanın tadını alan biri olarak sevgiyle kaleme aldığımız mektubun karşılığını beklerdik. “Goethe’nin Mektupları”nın verdiği okuma keyfini birçok romanın vermediği, yeri gelince söylenmeli. Ne yazık ki edebiyatın bu türü, internetle birlikte yok oldu. Şimdilerde kredi kartı ve icra mektupları da olmasa postacının kapıyı çalacağı yok! Bilgisayar, benim gibi kır saçlıları da kıskacına aldı; ekranın karşısında savrulup duruyoruz.
İçimden bir ses, “Sızlanmayı bırak da sevginin kapıyı tıklatacağı anı bekle” diyor. Şaşırtıcı bir şey oluyor bir an… Ah! Kapıyı tıklatan biri var galiba; yoksa o çok beklediğim mi gelen!
Not: Yazı, Sonbahar Soloları (2011) adlı deneme kitabımdan…