YAŞAMAK SANATTIR
Resim yaparken hayalimizdeki veya karşımızdaki görüntüyü rengârenk boyalarla tuvale aktarırız. Bir yazı yazarken ise boyaların yerine...
Resim yaparken hayalimizdeki veya karşımızdaki görüntüyü rengârenk boyalarla tuvale aktarırız. Bir yazı yazarken ise boyaların yerine kelimeleri kullanırız. Okuyucunun zihni, bizim tuvalimizdir. Boya yerine kelimeleri kullanarak okurun zihnine kendi zihnimizdeki görüntüyü çizmeye çalışırız. Sadece görüntü ile sınırlı değildir; duygu, düşünce ve eylemleri de çizeriz.
Her yaşam, bir sanat eseridir. Tektir. Eğer bir esere dönüştürülmezse kişiyle var olduğu gibi yine kişiyle yok olur. Kalıcı olabilmesi için soyut duygu ve düşüncelerin somut nesnelere ve sembollere dönüştürülmeleri şarttır. Bu; bazen bir resim, heykel, sinema, belgesel, şiir, hikâye veya roman olabileceği gibi hiç aklımıza gelmeyen çok farklı bir şekilde de sanatçı tarafından görünür kılınabilir. Sanat eserleri sayesinde sanatçı, zihnindekileri bize aktarır. Böylelikle sanatçının duygularını yaşama fırsatı bulmuş oluruz. Dünyaya onun penceresinden bakma fırsatını yakalarız. Mesela günümüzden yüzlerce yıl önce yaşamış yazarların kitaplarını okuyarak onların duygu ve düşüncelerini sanki bugünmüş gibi deneyimleme, yaşama şansına erişmiş oluruz.
Bu yaşamda yaşayabileceğimiz sadece bir yaşamımız vardır. Yaşayamadığımız şeyler, yaşadıklarımızdan her zaman daha fazlasını oluşturur. Bazen imkânlarımız, bazen de fiziksel kapasitemiz her şeyi yaşamamıza izin vermez. O nedenle hayalini kurduğumuz gerçek veya kurgusal yaşamları resim, heykel, müzik, şiir, sinema veya hikâyeler gibi eserleri okuyarak, duyarak veya görerek yaşayabiliriz.
Birçok anlatıda betimlemelerden faydalanılmaktadır. Betimlemeler, anlatılanı daha iyi kavramamıza imkân verir. Bu sayede tasvir edilen şeyin görüntüsü, daha net ve canlı bir şekilde zihnimizde canlandırabiliriz. Anlatılmak istenen bir şeyin özellikleri ne kadar detaylıca karşı tarafa sunulursa o kişinin anlatı ile bütünleşmesi o derece mümkün olur. Bu, duygular için de geçerlidir. Örneğin Ömer Seyfeddin’in Kaşağı isimli öyküsü, “Ahırın avlusunda oynarken aşağıdaki, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını işitirdik” cümlesi ile başlamaktadır. Derenin hazin şırıltısı ile hikâyenin gidişatı hakkında yazar daha ilk baştan bizi hazırlar; bize aktarmak istediği duyguyu göndermeye başlar. Ardından olaylar gelişir ve hüzünlü bir sonla karşılaşırız.
Resim ve heykel gibi sanatlar, yorumlamaya daha açık sanat eserleridir. Oysa hikâye ve roman gibi eserler de her ne kadar yorum bulunsa da aktarım daha doğrudan bir yol izler. Yani bazı sanat eserlerinin anlamlandırılmasında yorumlayıcının yaşantısı ve deneyimleri daha belirleyici bir hal almaktadır.
Roman ve hikâye gibi sanatsal türlerde okur, kendini karakterlerin yerine koyarak eserle daha kolay bütünleşmekte ve anlatılanı zihninde yaşayarak deneyimlemektedir. Fakat resim ve heykelde sanatçının ne anlatmak istediği hususunda her zaman herkes tek bir sonuca ulaşamamaktadır. Bana göre roman ve hikâye gibi eserlerin gücü, anlatılan hikâyenin okur ile bütünleşmesi, okurun bizzat anlatılan hikâyeyi zihninde yaşamasıyla mümkün olmaktadır.
Hep dediğim gibi, her şeyi yaşayarak öğrenmek mümkün değildir. Zihinlerimizde kendini dışa vurmayı bekleyen çok fazla sayıda duygu ve düşünce bulunur. Somut nesnelere ve simgelere dönüştürülen bu duygu ve düşünceler, bunları yaşayarak veya yaşamlarının bir parçası haline getirerek tüketen bireylerin yaşamlarını zenginleştirir. Böylelikle bireyler olgunlaşır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli nokta işte budur.
Bakmadan Geçme





