Vitamin eksikliğinin sonuçları ve vitaminlerin keşfi
İnsanlığın varoluşundan beri çeşitli içgüdüler sayesinde bazı ihtiyaçlarımızı tatmin ederiz. Bunlardan en önde geleni beslenmedir ve...
İnsanlığın varoluşundan beri çeşitli içgüdüler sayesinde bazı ihtiyaçlarımızı tatmin ederiz. Bunlardan en önde geleni beslenmedir ve açlığımızı gidermek için doğal bir içgüdümüz vardır. Ancak vücudun sağlıklı bir şekilde işlevini sürdürebilmesi için hangi mikro besinlere ihtiyacımız olduğunu öğrenmemiz, yakın zamanlarda gerçekleşmiştir.
Orta Çağ’da özellikle bitki bakımından pek zengin olmayan Avrupa’da yetersiz ve sağlıksız beslenme nedeniyle ortalama yaşam süresi 30 yıl kadardı. Şifalı bitkiler ve halkın yiyemediği birçok ürün, ancak manastırlarda ve ilaç yapımında kullanıldığı için hastane yakınlarındaki bahçelerde yetiştirilebiliyordu. Rahiplerin yetiştirdikleri ürünlerden günde iki öğün yiyebilme hakkı vardı. Bu nedenle normal vatandaşlarla karşılaştırıldığında rahip olup manastırda yaşamak, sağlıklı beslenme ve daha uzun yaşama açısından çok daha avantajlıydı çünkü nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul halkın sofrasında o zamandan 19. yüzyıla kadar sebze çorbası, sütle pişirilmiş yulaf lapası ve ekmekten başka bir gıda bulmak zordu.
Günümüzde kolayca ulaşabildiğimiz gıda maddeleri, baharatlar ve şifalı bitkiler, o zaman kolayca erişilebilen şeyler değildi. Bazı şifalı bitkilere doğal olarak yetiştikleri ortamlardan ulaşılabilse de diğerlerini bulmak fakir halk için zordu. Bu yetersiz beslenmenin yol açtığı vitamin eksikliği nedeniyle insanlar, birçok hastalığa yakalanırdı. Örneğin A vitamini eksikliği, göz hastalıklarına neden oluyordu. Nedenini bilmeseler de Orta Çağ’da bunun tedavisi için ilginç bir yöntem uygulanırdı. Bir hayvanın karaciğeri ezilip sıkılır, elde edilen sıvı gözlere sürülürdü. A vitamini, karaciğerde çok miktarda biriken bir vitamin olduğundan vitaminlerin bilinmediği o devirde bu tedavinin uygulanması oldukça mantıklıdır.
16. yüzyılda coğrafi keşifler başlayıp denizciler uzun yolculuklara çıkmaya başlayınca ağrı verici, kanamalı ve öldürücü bir hastalık olan iskorbüte yakalanıyorlardı. Yıllar süren bu yolculuklar için denizciler gemilere peksimet, tahıl, fasulye, et ve kurutulmuş meyve gibi gıdalar stokluyordu. Taze sebze ve meyveler kısa sürede bozulduğundan bunları yanlarına alamıyorlardı. Ancak stoktaki besinler C vitamini içermiyor ve kurutulmuş meyvelerde başta C vitamini olmak üzere bazı gıda öğeleri yok oluyordu. Bu vitaminden yararlanamayan denizcilerin diş etlerinde ve vücutlarının çeşitli yerlerinde kanamalar, eklem bölgelerinde yaralar görülüyordu. Tüm bunlar, ağrılı ve ateşli bir ölümle son buluyordu ve böylece yola çıkan tayfaların yarısı, yolculuğu tamamlayamadan hayatını kaybediyordu.
İngiliz ordusunda bir hekim olan James Lind, 1747 yılında beslenme konusunda ilk bilimsel deneyi gerçekleştirdi ve iskorbüt hastalığı üzerine çalıştı. Denizcilere deniz suyu, sülfürik asit, sirke ve portakal verildi. Portakal suyunun hastalığı önlemede etkili olduğu saptandı.
Kaptan James Cook da Pasifik Okyanusu’nda aylar boyu sürecek olan keşif gezilerinde tayfalarını iskorbütten kaybetmemek için onlara her gün bol miktarda lahana turşusu yedirmeyi düşünüp gemisine lahana turşularıyla dolu fıçılar stoklamıştı ve bu yöntem işe yarıyordu çünkü lahana turşusu, C vitamini açısından oldukça zengin bir besindi. Günümüzde bu hastalığın turunçgiller ve lahana turşusu gibi gıdalarla önlenebilmesinin C vitamini ile ilgili olduğu artık bilinmektedir. Hatta C vitamininin kimyasal adı olan “askorbik asit”, “iskorbüt karşıtı asit” anlamına gelir.
Batı ülkelerinde tiamin yani B1 vitamini eksikliğinden kaynaklanan beriberi hastalığı nerdeyse sadece kronik alkolizm vakalarında ve tahıl işleme makinelerinin yaygınlaşmasıyla görülürken Asya’da oldukça eski zamanlardan beri bilinmekteydi ve ölümlere yol açıyordu. Aslında tiamin, birçok besinde bulunuyordu fakat temel gıda kaynakları işlenmiş pirinç olduğu ve fakir halk neredeyse sadece bununla beslendiği için Doğu Asya ülkelerinde çok yaygındı çünkü tahıl işlenirken üzerindeki tiamin, sıyrılıp atılmış oluyordu.
Japon İmparatorluk Donanması Genel Cerrahı Kanehiro Takaki, Batı donanmalarında bu hastalığın yaygın olmadığını biliyordu ve bunun beslenme düzeninden olabileceğini düşündü çünkü diyetleri et ve çeşitli sebzelerden oluşan Japon deniz subayları, beriberi hastalığına diyetleri neredeyse sadece beyaz pirinçten oluşan sıradan mürettebata göre daha az yakalanıyordu. Takaki’nin sayesinde gemilerde beyaz pirinç yerine arpa, sebze, balık ve et verilmeye başlandı ve hastalığın görülme hızı büyük oranda düştü. Altı yıl içinde de bu hastalık, Japon donanmasında ortadan kalktı.
Takaki’nin başarısından haberi olmayan ve Endonezya’daki Java adasında görev yapan Hollandalı askeri hekim Christiaan Eijkman, cilalı yani işlenmiş pirinç yiyen tavuklarda insanlardaki gibi beriberi benzeri bir hastalık geliştiğini gözlemledi ve bir süre sonra tavuklarda ani bir iyileşme olduğunu gördü. Sebebini araştırdığında aşçının değişmiş olduğunu ve tavuklara artık işlenmiş ve pişmiş pirinç yerine işlenmemiş çiğ pirinç verildiğini öğrendi. O zamanlarda mikro besin eksikliği hekimler için hala bir gizem olduğundan bu durum karşısında Eijkman, cilasız pirincin bakteriyel bir toksine karşı panzehir içerdiğini düşündü fakat ilerleyen yıllarda Polonyalı biyokimyacı Kazimierz Funk, eksikliği beriberi gibi hastalıklara neden olan bu hayati aminlere (vital amine)”vitamine” adını vermiştir. Daha sonra tüm vitaminlerin amin içermediği anlaşılsa da kelime, vitaminler için kullanılmaya devam edilmiştir.
Vitamin eksikliğinin yol açtığı bir diğer hastalık raşitizmdir. Fazla güneş görmeyen kuzey ülkelerinde ve hava kirliliğinin çok görüldüğü sanayileşmiş bölgelerde örneğin İngiltere ve Amerika’nın kuzey bölgelerinde raşitizm hastalığı oldukça sık görülmekteydi çünkü raşitizm, D vitamini eksikliğinden kaynaklanıyordu ve güneş ışığından yeterince yararlanamayan çocukların iskeletlerinde şekil bozuklukları ve kemik büyümeleri görülüyordu. Önceleri bunun bir hastalık olduğu sanılmaktaydı ancak İngiliz doktor ve anatomist Francis Glisson; raşitizmin doğuştan ya da kalıtsal olmadığını, bulaşıcı özellik taşımadığını, sifilis yani frengiden kaynaklanmadığını ortaya koymuştur. Glisson, bunun ancak beslenmeyle alakalı olabileceğini belirtmiştir. İlerleyen zamanlarda ise D vitamini eksikliğinden kaynaklandığı anlaşılmıştır.
Pellagra da B3 vitamini yani niasin eksikliğinden kaynaklanan ve yine ölüme yol açabilen bir hastalıktır. Genellikle mısır ağırlıklı beslenen toplumlarda görülür. Hastalarda iştahsızlık, halsizlik ve güneş gören deride yaralar gözlemlenir. Sinir sistemini de etkilediğinden hastalarda ruhsal bozukluk yaygındır. Nitekim Filistin cephesinde İngilizlere esir düşen Osmanlı askerleri arasında görülmüş ve binlerce askerin ölümüne sebep olmuştur.
Velhasıl vitaminler, ismi çok yakın zamanlarda konmuş olsa da hayatımızda çok önemli bir yer teşkil eder. Eksikliği burada ancak birkaçına değinebildiğimiz ciddi sağlık sorunlarına neden olur. 1930’lara kadar bilim adamları, her bir besini dengeli beslenmeyi desteklemek ve böylece hastalıkları önlemek için hap şeklinde izole etmeyi ve konsantre etmeyi öğrendiler. Bugün hala vitamin kullanımı, önemi, diyet ve takviye bilgisi sürekli büyümekte ve gelişmektedir.
Bakmadan Geçme





