Unutmaya Dair
Sizinkileri bilmem ama benim unutkanlıklarım, adeta bir darb-ı mesel olmaya aday gösterilecek kadar oldu. Unutkanlık üzerine...
Sizinkileri bilmem ama benim unutkanlıklarım, adeta bir darb-ı mesel olmaya aday gösterilecek kadar oldu.
Unutkanlık üzerine hepimizin benzer deneyimleri vardır. Benimkileri okuduktan sonra kendi unutkanlıklarınızla karşılaştırırsınız artık.
İlk aklıma gelen, yüksek okulda okuduğum yıllara ait. Bir okul tatilinde Konya’dan Aydın’a gidiyordum. Otobüs Şarkikaraağaç’ta mola vermişti. Arabanın ne zaman kalkacağını unutup en yakın cami tuvaletine gitmiştim. Döndüğümde araba bensiz ama valizimle birlikte çoktan yola çıkmıştı. Can havliyle valizi kurtarma derdine düştüm. O yıllar cep telefonu mu var? İlk duracağı yer olan Eğirdir yazıhanesine telefonla ulaştım. Valizin enini boyunu, rengini ve arabada konuşlandığı yeri tanımlamam yetmediği gibi orada en tanınmış akrabamın adını vererek işi garantiye almıştım. İşin valiz yanını çözdük çözmesine de ben Eğirdir’e nasıl gidecektim? Öyle ya, şimdiki gibi mi her şey? En kolayı otostop olacaktı. Bir yük kamyonu şoförünü durdurup Eğirdir’e vardığımda benim garip öğrenci valizim derya kuzusu gibi beni bekler buldum! Bu sayede sevgili Melek Teyzemi de son kez görme şansına erişmiştim.
Mesleği Almanya’nın Bavyera eyaletinde sürdürmek üzere 1994 yılında Arnstorf kasabasına konuşlandım. Münih Eğitim Ataşesi, yeni göreve başlayan bizimle tanışmak amacıyla toplantı yapacaktı. Kasabaya en yakın tren istasyonuna arabamla gittim. Münih için bilet aldığım istasyonda zenci bir gençten başka kimse yoktu. Deri el çantamda pasaportum, aracın, evin ve okulun anahtarı vardı. Trene benden başka binen olmadı. Zenci gençle hiç konuşmam olmadı. Tren hayli gittikten sonra bir anda el çantamın yanımda olmadığını gördüğümde başımdan bir kaynar kazan su dökülmüşe döndüm. Öyle ya, tren gidiyor çantamsa benden giderek uzaklaşıyor; yapabileceğim hiçbir şey yok gözüküyordu.
Tren bir istasyonda durdu. İstasyon şefi olduğunu kıyafetinden çıkardığım bir adam benim pencerenin önüne geldi. Camı tıklattı. Şaşırdım. Adam hızlıca bir şeyler anlatıyordu bana ama anlattıklarının içinden sadece tek bir sözcüğü anlayabilmiştim: “Tasche”. Türkçesi, çanta. Şefe Almanca en iyi bildiğim sözcüklerle teşekkür ettim. İçime kurt düştü, adam çanta derken neyi anlatıyordu. Tren hareket ettikten sonra bana doğru gelen biletçiye, şefin ne söylediğini anlayacağım biçimde yavaşça anlatmasını rica ettim. Onun anlattığına göre şef, bana el çantamın ardımızdan gelmekte olan Münih trenine verildiğini ve 23 nolu perona bizden 10 dakika sonra gireceğini, orada beklersem çantamı alabileceğimi söylemiş. Bu sözleri duyduktan sonra kafama dökülen kaynar suyun ılıdığını anlayıp rahatladım.
Bana anlatıldığı gibi trenden iner inmez bahsedilen peronda beklemeye başladım. Bir yandan da saate göz atıyordum. Söylendiği saatte tren perona girdiğinde şef, tren ön vagonda ayakta kapıları açmış, elinde de benim o güzelim deri çantam vardı. Onu görünce heyecanla: “Meine Tasche, meine Tasche!” diye haykırmadan edemedim. Çantamı aldığımda gördüm ki, sapına özel bir etiket bağlanmış ve bana ait bilgiler yazılmış. Eğer istasyonda bana teslim edilemezse emanete o etiketle teslim edilecekmiş. Bu olayın ardından Almanca her sözcüğü unutabilirim ama ‘die Tasche’ sözcüğünü nasıl unutabilirim ki?
Bir başka unutkanlığım yine Bavyera’dan. Hizmetiçi eğitim kursuna gitmiştim. Akşamları kahve içtiğimiz kafede çok sevdiğim yün bir hırkamı unuttuğumu, dönüş günü eşyalarımı toparlarken fark ettim. Bir koşuda kafeye gittim ancak mekan kapalıydı. Çaresiz bir pusulaya derdimi anlatıp adresimi verdim. “Olur ya” dedim içimden, “Notu okurlar da güzel hırkamı bana yollarlar.” Nasrettin Hoca’nın göle maya çalmasına benzer bir durumdu benimkisi.
Bir hafta geçmiş, cumartesi günü bu kez ara tatilinde memlekete gitmeye hazırlanıyorum. Kapımın zili çaldı. Açtığımda karşımda postacı elinde bir paketle beni selamladı. Teşekkür edip paketi açtığımda bu kez kendilerine teşekkür edecek bir muhatap bulamamanın üzüntüsünü yaşadım. Kafe sahibi yün hırkamı ütületmiş, güzelce katlayıp öylece bana yollama inceliğini göstermişti. Bir de Almanları kaba saba sananlar var; doğrusu ne ekersen onu biçiyorsun hayatta, ben bunu öğrendim.
Unutkanlıklarım, elbette bu kadarla sınırlı değil. Ülkemizde de iyi insanlar ve iyi işletmeler var. Ama ben ısrarla unutmaya devam ediyorum. Bakalım bu ne zamana değin sürecek? Ya bu unutmayı önleyici bir hap edinmeli ya da yanımda unutmaya en teşne gereç olan çanta taşımaktan vazgeçmeliyim.
Bakmadan Geçme





