Tekalif-i Milliye Kanunu ve tarihimizdeki yeri
Sevgili okurlarımız, bir süredir koronavirüs nedeniyle ulusal yardım kampanyası Biz Bize Yeteriz Türkiye’m gereği Tekalif-i Milliye...
Sevgili okurlarımız, bir süredir koronavirüs nedeniyle ulusal yardım kampanyası Biz Bize Yeteriz Türkiye’m gereği Tekalif-i Milliye Kanunu konuşuluyor. Her şeyden önce zor günlerde tek yürek olarak aynı heyecanla çırpınmamız, elbette ki çok anlamlı ve değerlidir. Bu şüphe götürmez gerçeği kabul etmekle birlikte biliyoruz ki devlet olmanın ciddi sorumlulukları vardır. Siyasi tarihimizi yakından incelersek Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nde temel ilke olarak “İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın” felsefesi hakimdir.
Gerek askeri gerek ekonomik güvenliğini sağlamak, devletin öncelikli vazifelerindendir. Muhakkak ki bu vazifesini temin etmede biz de vatandaşlar olarak çalışmalarımız ve vergi ödemelerimizle devletimize katkı vereceğiz. Devlet, zor zamanda hükümranlığını gösterecek. Yani her bir vatandaşına hiçbir ayrım ve kayırma göstermeksizin yardım elini uzatması gerekiyor. Dünya genelindeki haberleri takip edersek farkına varacağımız bir husus da devletlerin halklarına ayırdıkları bütçe yardımlarıdır. Onların zor zamanlarda, çalışamayacak durumda olduklarında şahsiyetlerini incitmeden yapacakları maddi yardımlar söz konusudur.
Süper güç olmak ve dünya devletleri arasında söz sahibi olabilmek, hamasi sözler sarf etmek kadar sorumlulukların farkında olup bu gerçeğe göre davranmakla mümkündür. Devlet kavramı ile lütfen hükümet kavramını karıştırmayalım. Hükümet, bir süreliğine devlet idaresinde bulunan ve zamanı gelince başka bir hükümete görevi bırakan bir mercidir. Oysa devlet, ilelebet kalacak ve ulusal çıkarları koruyacak bir siyasi yapılanmadır. Devlet, her türlü siyasi dünya görüşünün ötesinde milletini kucaklayan, sarıp sarmalayan, partiler üstü, toplumsal düzeni ve sosyal istikrarı sağlayan bir kurumlar bütünüdür. Sevgili okur, bu öyle bir organizasyondur ki toplumsal düzeni sağlayacak olan kuralların yanında milli refahı oluşturacak güce de sahip olmak zorunda bir teşkilatlanmadır.
Son zamanlarda yaşanılan salgın hastalık kapsamında evlerimizden dışarı çıkmamız istenmiyor. Sağlık koşulları gereği bu tedbiri anlamak zorundayız. Elimizden geleni yaparak ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmaya ve kendi harcamalarımızda da israf etmemek gibi önlemlerle ekonomiye katkıda bulunabiliriz lakin devletin çalışamayan vatandaşın insani dediğimiz zorunlu gereksinim harcamalarını karşılamak gibi çok önemli bir vazifesi vardır. İşte tam bu mevzular konuşulurken satır aralarına Tekalif-i Milliye emirleri sığdırıldı.
Tekalif-i Milliye, milli yükümlülükler demektir. “Tarihimizde ne zaman ve niçin gündeme gelmiştir?” diye soru sorabileceğinizi düşünerek kısaca açıklamak istiyorum. Kurtuluş Savaşı sırasında Kütahya-Eskişehir Muharebeleri yaşanmıştır. Muharebeler, 10 Temmuz 1921 ile 24 Temmuz 1921 arasında Yunanistan ile Ankara Hükümeti arasında gerçekleşmiştir. Muharebeyi Ankara Hükümeti kaybetmiş ve Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmek zorunda kalmıştır. Kütahya-Eskişehir Muharebeleri, yeni kurulan düzenli ordunun Batı Cephesi’nde kaybettiği tek savaştır.
Afyon, Eskişehir ve Kütahya, Yunanların eline geçti. Ordunun daha fazla zayiat vermesini istemeyen Mustafa Kemal Atatürk, orduyu Sakarya Nehri’nin doğusuna kadar çekti. Savaşın kaybedilmesi, TBMM’ye olan güveni sarstı. Meclisin Kayseri’ye taşınması ve Kuva-yı Milliye’ye dönülmesi gündeme geldi. Yunan ordusu, Sakarya Nehri’ne kadar ilerledi. Durumun ciddiyeti, ani kararlar alınmasını gerektirdiği için 5 Ağustos 1921’de Başkomutanlık Kanunu çıkartıldı. Bu kanunla Mustafa Kemal Paşa, başkomutan seçildi. Ayrıca meclis, tüm yetkilerini Mustafa Kemal Paşa’ya devretti. Bu kanun, 1922’de süresiz olarak uzatıldı ve Mustafa Kemal Paşa’nın cumhurbaşkanı seçilmesine kadar yürürlükte kaldı.
Mustafa Kemal Paşa, orduyu yeniden güçlendirmek amacıyla 8 Ağustos 1921’de Tekalif-i Milliye Emirleri’ni çıkardı. Bu sayede ordunun ihtiyaçlarının büyük bir kısmı, halktan karşılanmaya çalışıldı.
Bu emirler nelerdi ?
A. Her ilçede bir tane Tekalif-i Milliye Komisyonu kurulacak.
B. Halk, elindeki silah ve cephaneyi üç gün içinde orduya teslim edecek.
C. Her aile, bir askeri giydirecek.
D. Yiyecek ve giyecek maddelerinin %40’ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.
E. Ticaret adamlarının elindeki her türlü giyim eşyasının %40’ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.
F. Her türlü makineli aracın %40’ına el konacak.
G. Halkın elindeki binek hayvanlarının ve taşıt araçlarının %20’sine el konacak.
H. Sahipsiz bütün mallara el konacak.
I. Tüm demirci, dökümcü, nalbant, terzi ve marangoz gibi iş sahipleri, ordunun emrinde çalışacak.
İ. Halkın elindeki araçlar, bir defa olmak üzere 100 km’lik mesafeye ücretsiz askeri ulaşım sağlayacak.
Dikkat edilirse düşmana karşı topyekun ve amansız bir savaştan bahsediyoruz. Kurtuluş Savaşı, bağımsızlığımızın ve istikbalimizin söz konusu olduğu ciddi bir mücadelenin adı. İmparatorluktan ulus devlete geçilirken yepyeni bir devlet oluşumunda maddi ve manevi gücü kazanmaya çabalayan siyasi kurum yapılanmasının temelleri atılıyor. Böylesi bir durumda milletin elinde ne var ne yok hepsi bir süreliğine yeni kurulacak devletin tekeline verilecekti. Bir milletin kaderi, bir anlamda yeniden inşa ediliyordu.
Çanakkale Zaferi’nde ödüle layık görülen Mehmet Çavuş’un kendisine “Ne arzu edersiniz?” dediğinde
“Askerime bir somun ekmek daha fazla verilsin. Başka bir şey istemem” dediği o acı yüklü sözleri torunları olarak hiç ama hiç hatırımızdan çıkarmamak zorundayız. Emeğin ve ekmeğin değerini belki daha iyi anlarız, kim bilir!
İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un hasta yatağında kendisini ziyarete gelenlere zar zor doğrularak, “Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın” diyip ödül olarak takdim edilen 500 lirayı devlete armağan etmesini de yine unutmayalım.
Evet, o günler Milli Mücadele günleriydi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğduğu anlardı. Muhakkak bugün yaşanılanlar da sadece virüsle mücadele değil, aynı zamanda ekonomi savaşıdır ancak yüz sene öncesi ile yüz sene sonrasını aynı kefede yargılamak, hiç de adil olmaz. Hele ki meseleyi partiler arası cepheleşmeye indirgemek, belediyeler üzerinden halk arasında ayrımcılık yapılması, çeşitli tatsızlıkların yaşanması, vicdanları da yaralıyor. Seçim zamanı konuşma yaparken kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim, seçim meydanlarında bayrak gibi sallandı. Keşke seçim meydanlarına alet edilmese de anlayarak okunsaydı. Daha adaletli, daha vicdanlı olunabilirdi. “Kuran-ı Kerim Müslümanlığı da neymiş?” denmezdi!
Her okuyuşumda adaletin böylesi dedirten Maide Suresi 8. Ayeti’ni hatırlatmak isterim. Ne diyor bakınız ayetin anlamı, “Ey iman edenler! Adaleti her koşulda ayakta tutun. Bir kişiye, bir gruba olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin.”
Tekrar yinelemek isterim ki mesele, siyasi bir parti meselesi olmamalı. Zor zamanlarda önceliklerimizi iyi kritik etmeliyiz. Partiler üstü düşünmek, devlet yapılanmasına zarar vermemek için hepimizin duyarlı olması da önceliklerimiz arasında yerini almalıdır. Halkına hizmet etmek ve halkının ihtiyaçlarını karşılamak, insan ayrımı yapmadan bir devletin görevidir. Hükümetler de devlet politikasını uygulamak için bir süreliğine görevli olan bir siyasi kurumdur, unutmayalım olur mu?
Bakmadan Geçme





