Tarihte bugün!

Tarihte bugün diye başlayan yazıları okumak, benim için bir keyiftir çünkü liseli yıllarımda tarih öğretmenimiz, bir...

Tarihte bugün diye başlayan yazıları okumak, benim için bir keyiftir çünkü liseli yıllarımda tarih öğretmenimiz, bir dersinde şu açıklamada bulunmuştu: “Tarih dersi, sadece bir ders değildir. Ulusların hatıralarıdır, aynı zamanda sessiz ikazlarıdır. Tarihini bilmeyenlerin mutlak surette coğrafyalarını başkaları çizer, kültürlerini inşa ederler…”

Mazi ile ati arasında yani geçmişle gelecek arasında köprüler kurarken aslında manevi anlamda kültürel dokuya kendimizce katkılarda bulunuyoruz. Bulunmak da bir anlamda görevimiz değil mi sevgili okurum?

Globalleşen küresel bir pazar haline dönüşüp ortak bir kasaba halini alan dünyamızda düne ait ne varsa şekil değiştiriyor. Şekil değiştirirken bugünlerimiz var oluyor. “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” diyen atalarımızın her bir sözü, paha biçilmez kıymette… Öylesine zorluklar yaşamışlar ki yiğitçesine!

Savaşların cephede mertçe kazanıldığı maziden bir virüsle mücadele eden küresel dünya düzeninin birer parçası olmadık mı? Artık savaşlar, var oluş boyutunu kamufle etti. Gıdadan tutun da evlerimizin içinde dizi film ayaklarında nice değerlerimize yeni dünya oluşumunda yer almak adına format atılıyor. “Dünyadan kopuk olmayalım” filan fıstık diyerek kimin eli kimin cebinde, filancanın karısı falancanın kocası ile mercimeği fırına sürmüş Meraklı Melahatlar gibi dört gözle izliyor, sonra da “Yok canım, hiç olur mu bunlar? Sadece filmlerde olur” diyerek yüreğimizi mi soğutuyoruz hımm?

“Kültürler de inşa edilir” denilen bu olsa gerektir.

Nereden nerelere!

Yüz yıl önce bugün 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) açıldı. Meclisin açılması, bir milletin ulusal bağımsızlığının bir anlamda diplomatik anlamda haykırışı idi. Egemenlik, kayıtsız şartsız milletin olmalıydı.

Hak etmişti böylesi bir üstünlüğü bu aziz millet. Parlamenter sistem, meclisin üstün tutulduğu yönetim tarzında kuvvetler ayrılığı da hakkıyla yürürlükte olacaktı.

Kuvvetler ayrılığı; yasama, yürütme ve yargı mercilerinin birbirinden bağımsız, birbirine baskı yapmadan görevlerini yerine getirmesidir. Yasama-Meclis, Yürütme-Hükümet, Yargı-Bağımsız Mahkemeler…

Devlet denilen siyasi kurumun kuvvetler ayrılığı ilkesi ile yönetilmesi gerektiğini açıklayan kişi, Fransız filozofu Baron de Montesquieu’dür. Aydınlanma Çağı düşünürlerinden olan filozofun 1721 yılında kaleme almış olduğu Kanunların Ruhu adlı eseri, halen okunan ve günümüz siyasetine yön verecek bilgilerle yazılmıştır.

Kuvvetler ayrılığı ilkesinde meclisin önemli bir yeri vardır. Kanunların ortaya çıkması, düzenlenmesi ve hangi şartlarda uygulanması gerektiğine karar kılınan merci olması bakımından dün olduğu gibi bugün de bu önemini koruyor.

Mustafa Kemal, Osmanlı subayı olduğu sıralarda Fransızcasını geliştirmiş, o dönemin Jön Türkleri ile Batı’daki gelişmeleri yakinen takip ediyor, yabancı dil bilmesinin verdiği avantajla Fransızcadan çeviriler de yapıyordu. Özellikle Fransız düşünürlerinin felsefi eserlerini okuyordu.

Meclis demek, kuvvetler ayrılığı yani parlamenter sistem demekti.

Şimdi bazı okurlarımız bana kükreyebilir, “Hanım sen ne diyorsun, parlamenter sistem mi kaldı? Cumhurbaşkanlığı sisteminde meclisin, kuvvetler ayrılığının ne önemi var ki?” diyerek!

Halkın egemenliğinin meclis ile mümkün olduğunun önemini aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet’in ilan edildiği tarihte görüyoruz. Mutlakıyetçi yani padişahın tek yetkide olduğu bir yönetim tarzının Tanzimat Fermanı sonrasında eleştirildiğini, Genç Osmanlılar denilen kişilerin ön ayak olması ile Sultan Abdülhamit Han tarafından kabul gördüğünü biliyoruz. 1876 yılında 1. Meşrutiyet ilan edildi. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası Kanun-i Esasi de yürürlüğe konuldu. Padişahın yetkilerinin sınırlandığı, tek adam olamayacağı zamanlardı.

Üniversitede öğrenciliğimden bu yana bana her zaman şu soru sorulmuştur: “İslamiyet ile saltanat ve halifelik arasında kopmaz bir bağ var değil mi?”

İnsanoğlu, bilmediğinin ya düşmanı ya da fanatiği olurmuş. Oysa bir bilebilsek, bir anlayabilsek…

Kuran-ı Kerim’de Zümer Suresi 9. Ayet ne güzel der: “Bilenlerle bilmeyenler, hiç bir olur mu?”

İslam dini ve kutsal kitabı Kuran-ı Kerim, hiçbir şekilde halifeliğe ya da saltanata yer vermiyor. Kuran-ı Kerim’de yalnızca insanoğlunun yeryüzüne olan halifeliğinden bahseder. (Bakara Suresi 30. Ayet )

Her birimiz birer halifeyiz aslında. İyilik, doğruluk ve adaletle yaşar isek…

Saltanat, sultanlık gibi makamların, unvanların, üstünlüklerin aslında İslam dini ile uzaktan yakından ilgisi yok. Bu tür kavramlar, siyasetin siyasi gücü elinde bulundurmak için dini inancı kendi emelleri uğruna kullananların birer argümanıdır. Emeviler döneminde siyasi rant için din, saltanatlıkla özdeşleştirildi.

“Ne diyorsun sen yahu?” diye zıplayan var mı aranızda? “Efendim söyleyene değil, söyletene bakınız” dermişim.

Sevgili okurlarımız, sizi seviyorum. Gönülden gönüle köprüler kuruyoruz. Tıpkı bir saattir mazi ve ati arasında yaptığımız yolculuklar misali…

Bu tarihi günde çifte bayram yapıyoruz. Malumunuz, meclisin açılması ulusal egemenlik coşkusuna Atatürk’ümüz, böylesi önemli günü çocukların da bayramı olarak kutlanmasını istedi. Sadece ülke çocuklarıyla da sınırlandırmadı. Dünya çocuklarını da misafir ediyoruz, sevgimizi paylaşıyoruz.

Sevginin, emeğin saltanatında ekmeğimizi de aşımızı da sahur, iftar sofralarını vesile ederek paylaşacağız.

Adaleti, dürüstlüğü, iyiliği halife seçtiğimiz nice bayramlara…

Bakmadan Geçme