Sen diye biri
Bazen gönderdiğim olur kendimi kendimden uzaklaşmasını istediğim zamanlar. Bu, en çok da kendimi boşlukta, bir şey...
Bazen gönderdiğim olur kendimi; kendimden uzaklaşmasını istediğim zamanlar. Bu, en çok da kendimi boşlukta, bir şey yapamaz durumda hissettiğim zamanlardır. “En iyisi bu” derim kendime. Bırak, gittiği yere kadar gidebilsin. Oysa geride onu bekleyen ne çok şey vardır da ona söylemekten çekinir hep.
Hep ikinci tekil bir yaşamdır onunki. İnsanlara birinci çoğul hitap etmekten oldum olası uzak tutar kendini. Varsın yanlış anlaşılsın, umursamaz ki kendinden başkasını. Kendine itiraf edemediği bir şey de bu sanki: Kitapları neden seviyor? Galiba onlarla senli benli konuştuğunda onu hiç yadırgamadan dinliyor ve ona senli benli yanıt veriyorlardı.
Roman kahramanları, hep sahici bir fotoğraf gibi belleğinde canlanıyor. Kimine hayranlık, kimine öfke kusuyordu. Bu, ilk okumayı söktüğü günden beri böyleydi. Anası masal anlatmazdı ona. Nasıl anlatsın ki? Dişlerin tamamı döküldüğünde bile dişçiye gitmeyen bir kadın, okul kapısını nereden bilebilirdi?
Makarayı geri saran eski sinemalarda makinistler vardı. O salaş sinemaların tahta sandalyelerinde izlediği filmlerden aldığı tadı şimdi mokasen koltukta oturarak izlerken almadığını söyledi ona. Hayatın makarası olsa onu “Geri sar!” diyen bir seyirci olmayı ne çok isterdi. “Siyah beyaz yaşam mı, çok renkli yaşam mı?” diye sordu kendine. Yenilikçi yanı ağır bastı; ne de olsa gezmeyi çok severdi. O nedenle değil mi ikide bir de kendini uzaklara, hatta hayal ülkelerine yollayıp durmuyor muydu?
Gitme ve dönmek, kendiyle uğraştığı en önemli iki kavgacı yanıydı. Kızılderili reisinin çadırını bekleyen siyah ve beyaz iki köpek gibiydiler. Ne ondan ne öbüründen vazgeçemezdi. En iyisi, ara sırada da olsa birbirlerinden uzaklaşmalılar dedi kendine. Ancak böylece iç barışı savaşsız atlatabiliyordu.
Bu gidişlerden birinde yanlışlıkla sanal kapıyı tıklatmış. Hayret, kolay açılmayan kapı, kimin olduğunu anlamadığı gizli bir el tarafından sorgusuz sualsiz açılıvermiş. Kim onun kulağına fısıldamışsa fısıldamış, o sihirli sözcüğü halen kendime söylemedi. Dedim ya, yanlışlıkla girdiği o kapı hayal ettiğinden büyük bir mekanmış ki bir türlü geri dönmeyi beceremedi.
Oralarda bensiz neler yaptığı da meçhul. Bazen “Yeter artık dönüyorum” dese de birileri onu orada tutmayı beceriyor nasılsa… Kendinin siyah beyaz dünyasından küçük esintiler taşısa da renk bolluğu, onları unutturmaya yetiyordu.
-Hey, orada mısın? Yaşıyor musun gittiğin o renkli dünyada?
-Bana mı seslendin moruk?
-Bak şunun dediğine. Utanmadan kendine moruk diyor.
-Sen dediğime aldırma, o şimdi zaman tımarhanesinde fabl okumada… Böyle miydi? Yoksa Eğri Çivi adlı şiirinde mi geçiyordu bu, dönüp aradı onu dosyalarında. Hah, buldu işte:
(arama çekici şimdi o nesneler tımarhanesinde fabl okumada). Bu nasıl bir şey ki onu hiç ummadığı, beklemediği yerlere sürüklüyordu. İyi de oluyor muydu sormalıyım kendime.
Bu diyalog sürecekti sürmesine ya, beklenmedik elektrik kesintisi buna engel oldu. “Ne kötü” diye hayıflandı. Edison şimdi cehennemde ne yapıyor, yaktığı ışık orada da yanmıyorsa? Hep iyiler şimdi cehennemdeyse kötülüğe methiyeyi kim yazdı? “Ne garip şu dünya” diyen milyarlarca hücreden biriydi o da. Evrene teşekkür borçluydu o da. “Belki okuyarak bu borcu ödüyorum” diye kendini teselli etti.
Geçenlerde gene gezme isteği ağır bastı. Kendine yeni bir yol haritası aradı. O güne değin gitmediği yerlerden birini seçti sonunda. Önce Datça diye düşünse de “tanrılar tanrısı” ya da “tanrıların babası” Zeus ağır basınca soluğu Zeus sunağında aldı. Eh yolu dağ yolu da olsa ona inananlar için onun için en güzel yeri seçmişlerdi. İnanılmaz bir körfez manzarası karşısında Zeus’a adanmış binlerce bez parçasını görmezlikten geldi. Sonuçta tanrılar tanrısından herkesin bir dileği olmalıydı. “O astıkları bez parçalarına dileklerini de yazsalardı ne afili, merak uyandırıcı bir kitap çıkardı ortaya” diye de düşündü. Öyle ya, o iyi bir okur sayardı kendini. Hele kitaplarda beğendiği sözlerin altını çizdiği yetmezmiş gibi boş sayfalarına yazmak da neyin nesiydi?
Sanki ilk kez birine, hatta hiç tanımadığı birine yazar gibi heyecanlanıyordu. Neden heyecanlanmasın ki? “Yazmanın verdiği tat belki de bu” diye not etti. “Belki de o klasik mektup çağından kalmayım herhalde” diye seslendi kendine. “Goethe’nin Mektupları’nı yeniden okumalıyım” diye uyardı gözlerini. Goethe’nin vatanında soluk alıp verdiği o telaşlı, heyecanlı günleri anımsadı birden. En çok da Bavyera ormanlarını. Geceleyin öğrencilerle yaptıkları orman yürüyüşünü unutamıyordu. Kendini yeniden Adatepe’de orman içindeki yoldan Zeus’a vardığında onun yaşadığı öfkeleri, aşkları hissetmeye çalıştı; o zirveden masmavi körfeze bakarken kim bilir neleri hayal edip durdu… Ve o an kendini geri çağırmayı unuttuğunu anımsadı birden…
“Hayat bu işte” diye haykırmak istedi. Kendinden utandı, otokontrol devreye girdi. Kendini çoktan bırakmışken kendi haline, daldığı hülyadan uyandıran dilek çaputlarına takıldı gözlerine. İnsan kendine dilek tutmayı hadi şöyle diyelim, beynini yönetmeyi bilmiyorsa çal çaputtan neyi umabilir ki? Bu ülkeyi çaputtan medet umanlar mı yönetiyor dersiniz? Yine kendime dönme vakti geldi; yeterince gezip dolaştı kendim. Yorgunluğumu gölgem bile hisseti doğrusu. Gurup vakti o da çekildi kendi köşesine. “İyi akşamlar” demeyi de unutmaz, çok saygılı bir gölgem var.
Kendimi kendime göndermeyeli hayli zaman oldu. Özlemişim. Karanlık bir dehliz bu, severek yaşamayı istediğim yer; ne bir kaygı ne bir telaş ne bir önyargı var, her şeyin kendine dönüştüğü bir evren. Hey sen, kendi ütopyanı kendin yap!
Bakmadan Geçme





