Salgın, kadercilik ve öğrettikleri

Bugün yine koronadan gideceğiz… Bizden önceki, bizim ve bizim çocuklarımızın kuşağı, salgın hastalık ile ilk kez...

Bugün yine koronadan gideceğiz…

Bizden önceki, bizim ve bizim çocuklarımızın kuşağı, salgın hastalık ile ilk kez karşı karşıya kalıyoruz. Oysa kitaplardan edindiğimiz bilgilere göre insanlık tarihi, sık sık benzeri salgın kırımları ile karşılaşmış. Salgınlardan kurtulmak kolay olmamış ama insanoğlu, bir çaresini bulup soyunu devam ettirmesini bilmiş.

Dünya değişiyor. Dünya değişirken bunun içine virüsler de giriyor. Virüsler de ilaçlara ve bağışıklığa karşı kendini yeniliyor.

Geçtiğimiz günlerde İzmir’deki salgın hastalıklarla ilgili Birgün Gazetesi’nde bir yazı vardı. Dr. Erkan Serçe imzalı ‘İzmir’in salgın hastalıklarla imtihanı’ başlıklı yazıda “En erken gözlemcilerden Tavernier, 17’inci yy. ortalarında ‘Türkler vebadan ne korkuyor ne de kaçıyor çünkü kadere olan inançları çok büyük’ diye yazıyordu” şeklinde bir cümle vardı.

Cümle, şöyle devam ediyordu: “1678’de İzmir’e gelen Corneille Le Bruyn, Türklerin Allah’ın emri olarak kabul ettikleri ölümden ve dolayısıyla hastalıktan hiç korkmadıklarını ancak bu nedenle herhangi bir önlem almayı ve sakınmayı düşünmedikleri için durumlarının acıklı olduğunu kaydediyor. 18. yüzyılın sonlarına ait gözlemler de farklı değil: ‘Türkler kadercilikleriyle insanın, Allah’ın değişmez buyruğu olan yazgısını değiştiremeyeceğine inanarak bu yıkıcı salgına karşı Avrupalıların aldığı önlemleri sadece boşuna değil, aynı zamanda büyük bir suç olarak görür ve ölüm dört bir yanı sardığında büyük bir sakinlik içinde buna boyun eğerler.’ 1825-1828 yılları arasında Anadolu’da hüküm süren veba salgını için halk şairi Hasan’ın ağıtından bir parça her şeyi anlatmaktadır:

‘Hidayet Mevlâ’dan geldi bu sene

Emir Mevlâ’dandır, evler yıkıldı

Nice ana, baba beli büküldü

Koç yiğitler katar ile çekildi.’

Şiirin tamamına hakim olan baskın kelimeler, ’emir Mevlâ’dan’, ‘felek’, ‘kader’ ve ‘şehit’, Türklerin salgın hastalıklar karşısındaki tavrını özetlemektedir.”

“Her iyiliğin içinde bir kötülük, her kötülüğün içinde bir iyilik vardır” şeklinde bir atasözümüz vardır.

Koronavirüs salgını, sanıyorum 20’inci yüzyıl ve devam eden yıllar içinde yaşadığımız en büyük kötülüklerden biri. Şimdiye kadar 50 binin üstünde insan hayatını kaybetti. Önceki yazılarımda da değindim, bir kısım düşünür ve vatandaşlar, ‘bu işte bir bit yeniği var’ komplosunda ısrarlı. Yaşlılar ve hastalar, risk grubunda ve ölenlerin çoğunluğu bu risk grubunun içinde. Bu risk grubunu kim sevmez veya istemez?

En önce sigorta şirketleri… Çünkü emekli maaşı ödüyorlar… Planlı ve organize bir iş olmasa bile sanıyorum bu işe en çok sevinen grup içinde sigortacılar ve emeklilik şirketleri geliyordur…

Neyse, daha fazla uzatmayalım. Bu özel konuda kimsenin günahını almayalım…

Korona, bize temizliğin önemini hatırlattı.

Korona, bize yurttaş ve yöneticileri ile birlikte hazırlıklı olmayı hatırlattı.

Korona, bize salgın hastalıkların ulus ve milliyet ayrımı gözetmediğini hatırlattı.

Korona, bize dayanışmayı hatırlattı.

Korona, bize doğaya zarar vermemeyi hatırlattı.

Korona, bize koştur koştur bir hayat sürdüğümüzü hatırlattı.

Korona, bize kapitalizmin (sermayecilik) karşısında sosyalizmin (toplumculuk) daha insancıl olduğunu hatırlattı.

Korona, bize bunca felakete rağmen bu işten hem ticari hem de siyasi anlamda nemalanmak isteyen kişi ve kurumların bulunduğunu hatırlattı.

Korona, bize bilime daha çok yatırım yapılması gerektiğini hatırlattı.

Korona, bize sağlık ve eğitim gibi her insanın mutlak ihtiyaç duyduğu sektörlerde kamu hizmetinin ön plana çıkması gerektiğini hatırlattı.

Özetle bana göre korona bize, “Artık eskisi gibi yaşayamazsınız, kendinizi yenilemeniz gerekir” dedi.

Bize çok şey hatırlatmışsın korona ama ben seni hiç mi hiç sevmedim…

Bakmadan Geçme