Saklı gözyaşları

İğneciler Mahallesi’nde 75 nolu sokağın köşesindeki boyası aşınmış iki katlı evden şimdiye kadar ne bir bağırış...

İğneciler Mahallesi’nde 75 nolu sokağın köşesindeki boyası aşınmış iki katlı evden şimdiye kadar ne bir bağırış ne aşırı bir ses yükselmişti. Son birkaç gündür bu evde de bir hareketlenme vardı ki evlere şenlik. Konu komşu, bu değişimin torun kız Nil ve onun seçtiği hayat biçiminden olduğunu az çok biliyorlardı.

Oğulları Murat, yıllar önce barda çalışan bir kadına gönlünü kaptırıp bu mahalleden gidince iyice kendi içlerine kapanan evin sakinleri, ister istemez gözyaşlarını da içlerinde saklıyorlardı. Anlatılmasa da haykırılmasa da komşu, komşunun halinin encamını sezerdi.

Hanzade Hanım, torununun sabah sabah yüksek sesle dinlediği rap müziği ile irkilmiş, tüm sinirini masada duran vazodan çıkarmıştı. Kuşak farkını anlıyordu ama zamane gençlerinin de bu kadar vurdumduymaz olmalarına sitemler yağdırdı. Havasından mı suyundan mı bir azgınlıktır gidiyor, “Rabbim, sonumuzu hayreyle” duası dudaklarında öte yandan da kalan enerjisini torunu için seferber ediyordu.

“Genç kız oldun, nineciğine bir sofra kuracağına koltukta tepinip kafa sallıyorsun be kızım. Bu ne edepsizliktir” demekten başka çaresi yok gibiydi. Çekinmek, utanmak da neymiş, cevap hemen hazırdı: “Babaanne, rap dinlemek terbiyeyi bozar mı hiç? Senin gibi yaşamayanlar edepsiz mi oluyor? Git biraz havan değişsin, tozlanmışsın. Kalkmış bana nasihat ediyorsun offf bee” diye ağzındaki sakızı ağdalaştıran Nil, şaşkınlıkla tepindiği kanepeden inip odasına öfke nöbetiyle revan olmuştu.

“Sus, dilini koparırım, tövbe tövbe! Böylesi ne duyulmuş ne görülmüş. Tevekkeli dememişler ‘Kıyamet yakınları deccallar çıkacak; ne çocuk çocukluğunu ne yetişkin büyüklüğünü bilecektir’ diye… Fırlamaya bak! Kimin dölü bu çocuk! Büyükannesiyle nasıl konuşuyor, sinirlerim iyice tükendi. Selamünkavlen…”

O esnada taze ekmek ve taban gevreği için fırına giden büyükbaba Abdullah Efendi, halen sofranın tam tekmil hazırlanmadığını görünce, “Yahu saat kaç oldu? Müslüman bir aile, bu saate kadar uyur mu?” naraları Hanzade Hanım’ın yüreğine işlemişti.

“Ne uyuması bey, müzikle tepiniyoruz. Şimdiki nesil, böyle günaydın diyor birbirine.”

“Başlarım şimdi sizin neslinize! Kahvaltıdan önce çorba içiyorum, hazırlamadınız mı? Torunumun elinden bir çorba içemeyecek miyim bu evde?”

“İçersin içmesine de zıkkımın kökünü içersin torunun elinden. Girdi odasına, tepinmeye orada devam ediyor. Sofra mı hazır edilecek, yardım mı edecek, büyüklerinin yanında nasıl konuşup hareket edecek nafile, bilinmiyor efendi. İnsanlık, edep hak getire! Eh, ister karmamızı yaşıyoruz ister ettiğimizi çekiyoruz diyelim. Muhakkak bu evrenin manevi yasalarınca kendi ektiklerimizi biçiyoruz. Hiçbir şey boşuna yaşatılmaz. Efendi Bey, muhakkak nedenleri bizi de bağlıyor. İyi eğitim ve terbiye kültürü veremedik çocuğumuza . O da kendi çocuğuyla ilgilenemedi.

Sadece eline para vermekle, kolejde okutmakla ebeveynlik bitmiyordu. Ana ayrı alemde baba kim bilir hangi diyarda; böyle mi yetiştirilir çocuk? Aile sıcaklığında olmadan, haram-helal bilmeden, saygı sevgi görmeden… Çocuk yetiştirmiyoruz yalnızca, onları büyütüp besleyip canavar üretiyoruz. Sebebi yine biziz biz.”

“Hanım, benim asabımı bozma. Sabah sabah psikoloji, ahlak sohbetine karnım tok. Midem kazınıyor yahu! Çorba ne zaman hazır olacak? Yoksa dışarıda mı içeyim?”

Zamanında evlatlarına iyi bir terbiye veremediklerini, biraz da kendilerinin hatalı olabileceklerini düşündü. “Eskiden, çok eski zamanlardaki edep şimdi nerede hangi bilinmeyen diyardadır? Bulup getiren olsa da alsak değil mi efendi bey?”

“Millet neden cinnet geçiriyor da karısının boğazına çöküyor bugün bu yaşımda anladım. Hanım, sofra diyorum sofraaaa!”

İster istemez bir zamanlar kendi dedesinin ona anlattığı kapı tokmağı hikayesi geldi. “Efendi Bey, sen de bilirsin bizim çocukluğumuzda kapı tokmaklarının bile edebinden bahsedilirdi. Hatırlar mısın?”

“Euzu besmele çekeyim ve evden dışarı atayım kendimi, yoksa şeytana uyup 60 yıllık karımı ahirete postalayacağım. Kapıdan da tokmağından da edebinden de torununun azgınlığından da uzaklaşmak iyi gelecek.”

Aman beyim, sinirle çıkıyorsun evden maazallah. Öte mahalledeki fingirdek gacı Necla ile çiftleşme yaparsan bak hakkımı helal etmem. Bu yaştan sonra ölümüme sebep olursun.”

İyice dellenen Abdullah Efendi, “Ya sabır ya selamet” niyazlarıyla cadde üstündeki çorbacının yolunu tuttu. Torunu eve geldiği günden bu yana kaç yıllık hayat arkadaşı can yoldaşı ile ömrü hayatında yapmadığı kavgayı yapmıştı. “Kol kırılır, yen içinde kalır” fikriyle gözyaşlarını gizledi.

Duvarların, eşyaların dili olsa da konuşsaydı bu evde ne yoksulluk ne fakirlik yaşanmıştı ama hiç böylesine tartışmalar, gayri ahlaki sohbetler başlarına gelmemişti.

Zaman gerçekten değişikti. Korku ve ümit arasında mutfağa yöneldi. Eşi gelmeden en sevdiği işkembe çorbasını yapacaktı. Çorbayı yaparken mırıl mırıl dua ediyordu; “İşkembesi genişlerden bizi uzak eyle, bizi ahlakı güzellerden eyle Rabbim” diye…

Bakmadan Geçme