PAN'A SELAM

Yıllar önce bir Mart ayıydı. Sarmaşık zamanı. Kırlara gitmiştik yanımıza az biraz nevale alıp. Dalından meyve...

Yıllar önce bir Mart ayıydı. Sarmaşık zamanı. Kırlara gitmiştik yanımıza az biraz nevale alıp.

Dalından meyve koparmak, buram kokan çiçeklenmiş bir ağaca yaslanmak, domatesin yaprak kokusunu duymak, bazıları için vazgeçilmez güzelliklerdendir.

Biz de sarmaşık toplamaya çıkmıştık kırlara. Pazarda en fazla 4 TL’ye satılan sarmaşığı kendi ellerinizle topladığınızda paha biçilemez bir şeye dönüşür.

Kırlarda laleden sümbüle, sümbülden ekşikulağa, ekşikulaktan tavşan topuna nerdeyse bir kucak güzellik toplamıştım. Bir kavurmalık da sarmaşık.

Güneş ve bol oksijen. Dağ tepe dolaşmak yoruyor insanı. Dinlenmek gerek deyip otların üzerine öylece oturuverdik. Bir süre eskilerden, çocukluktan söz ettik.

O yıllara dair bir anısını anlattı kuzenim.

“Çarşamba günleri Ali dedem, annemin babası, omzuna heybesini vurur, mutlaka Keles pazarına giderdi. Ben, abilerim Asım ve Kamil bilirdik ki dedem bolca portakal almıştır pazardan.

Bir keresinde öyle portakal çekmişti ki canım, Hisar’dan Apsara’ya o iki buçuk üç kilometre yolu yürüyerek gidip dönmüştüm bir iki portakal için. Ha bir de eve geç kalma, evde süpürgenin sapıyla dayak yeme, babamın sert ve korkutan bakışları vardı aklımda yol boyunca.

Bir daha hiç o kadar lezzetli portakal yemedim.”

Gençlik, lise yıllarımda da babam çokça şikayet ederdi pazardan aldığı meyvelerin tadının olmadığından.

Konuşulacaklar bitiyor bir süre sonra. İnsanın dikkati dağılmaya başlıyor. Ota, börtü böceğe, çalıya, ağaca bakıyor. Zihninden geçmeyen oralardan geçer diye.

Geçiyor mu, hayır geçmiyor.

Yazık ki geçmişteki o toprağı kımıl kımıl canlandıran börtü böcekten eser kalmamış. Ne bir karınca ne sinek ne börtü böcek.

-Bak, dedim kuzenime acıyla. “Etrafta nerdeyse hiç canlı yok. Biz onları tüm hoyratlığımızla yok etmişiz. Yitirdiğimizin farkında bile olmamışız. Sızlamamış içimiz. Yanmamış canımız.”

O gün duyduğum acı ve suçluluk duygusunu daha önce hiç duymamıştım.

Geçen gün de dut yemek için çıktık evden. Dutlar kapkara. Ancak tat. İşte o yok.

Yine okul bahçesindeki kayısıların tadı da uçup gitmiş.

Her şeyin tadı kaçmadan bir şeyler yapmalı insan.

Çevre için, doğa için, yaşamı üleştiğimiz diğer canlılar için bir şeyler yapmalı.

Yukarıda anlattığım günün şiiridir aşağıdaki “ürkü” şiiri. Behçet Necatigil’in anısına yazmıştım.

Necatigil’e ve doğaya dost olan herkese selam olsun.

ürkü

Necatigil’in anısına

gün uyanmadan

kapıdaydı pan

yeşil çitlembik dalları arasında

ak salkımlar gibiydi yüzü

dudaklarında mor bir çiğ damlası

yeni uyanmış bir tavşan ürküsüyle

yenik

mahşeri bir telaşla vuruyordu

kapıda an/ı..

gökler mi delindi

yer mi yarıldı

tükendi mi in/e dair bütün masallar

kavruk bir toprak gibi

in in/an in/san..

bahar dallarında yangınlar sundunuz

göç mevsiminde bozuldu

katar

iki nefes arası kurdunuz silahları

aç bir bebe

terkisinde giderken azazilin

mahrem yerlerine saklandı

yakınsak sofu…

şimdi

aşkı kim mayalar gökyüzüne

‘geniş zamanlar ummuşuz’ behçet

geniş zamanlar

çığlıklar değmemiş tenimize

kavrulmuş çöl ayazında insan…

çifte kavrulmak Behçet

acıtır içimizi…

Sevgi, dostluk ve umutla.

Bakmadan Geçme