Pahalı mı pahalı!
Değerli okurum bu vatan için, bu millet için görevleri başında vefat eden şehit olan güvenlik güçlerimizin...
Değerli okurum; bu vatan için, bu millet için görevleri başında vefat eden şehit olan güvenlik güçlerimizin ve doktorlarımızın aziz hatıralarına saygılı olmak adına lütfen maske, sosyal mesafe ve temizliğe çok özen gösterelim. Siz güzel yüreklisiniz, dikkate alacağınıza eminim. Teşekkür ederim. Sağlıcakla huzurla…
*
“Hayatta en pahalı şey nedir?” diye sorulmuş olsaydı muhakkak ki herkes kendi mektebine, meşrebine, vizyonuna, misyonuna göre yanıtlar verebilirdi. Kimi tek yanıtta bırakmaz, birçok faktörü aynı anda sıralardı.
Dilruba Keskin ise “En pahalı şey nedir?” sualine verebileceği yanıt için “Çocukluk hayalimi gerçekleştirebilmekti” diyecekti. Atina’da doğmuştu. İlk çocukluk yıllarında Türkiye’ye, Edirne’ye göç etmişler. Edirne, Tekirdağ derken hemen hemen tüm Türkiyeli olmuştu. Babası, okuması için onu desteklemiş olsaydı istediği bölümde eğitim almış olacak ve hayallerinde yeşerttiği öğretmenlik mesleğine sahip olabilecekti. Baba otoritesinde ticaretle ilgilenmek mecburiyetindeydi Dilruba Hanım. Ticaret lisesi sonrası iş kadını olmaya merhaba demişti demesine de yüreğinin bir tarafı buruktu.
Ticaret hayatı, ona pek çok imkan da sunmuştu. Dünyayı dolaşmış, özellikle Rusya’nın en güzel şehirlerinden birinde, Saint Petersburg’da uzun yıllar kalmıştı. Farklı bir ülkede bambaşka dil, din ve kültürel değerlerin harmanlandığı bir yerde kazandıkları kadar elbette ki yitirdikleri de vardı. İşlem görmüş kumaş misali…
Rusya’da iken en çok özlediği, tarhana çorbası ve kuru fasulye yemeği idi. Komik derecesinde hasretlik duyuyordu. Bizim çoğu zaman burun kıvırdığımız nice nimet, hiç şüphesiz gurbet duygusunda daha lezzet buluyordu.
Zenginliği, şatafatı, bambaşka alemleri kısacası pek çoğu şeyi yaşamıştı ama aklı halen çocukluk yıllarındaki hayalindeydi. Bir imkan verilmiş olsaydı, daha doğrusu babasının kızının hayalini dinleyip kendisine “Hangi mesleği seçersen seç sen benim kıymetlimsin” diyebilmesini ne çok isterdi. Bir anlığına yine hüzünlendi. Yaşanmamış hayatların kahramanı olmamız istenmeseydi herkes kendi kahramanlığına oynayabilirdi dünya denilen masal aleminde. Yıllarca babasını mutlu etmek, babasının hayatını imar etmeye gayret göstermişti. Zaten ne zaman eğitimden bahsedilse özellikle de gençlerin öğrenim hayatı için sınava girmek zorunda olmalarından konu açılmış ise “Gençlerin düşledikleri geleceğe pranga vurmayın” diye haykırmak isterdi. Bırakalım istedikleri konuda öğrenim alsınlar, sevdikleri kişilerle arkadaş olsunlar, en önemlisi de aşkla bağlı kalabilecekleri meslekleri olabilsin…
Eksikliğini duyduğumuz ne varsa geride acı bir hikayesi vardı ve Dilruba, küllerinden yeniden doğacaktı başka canlar için… Bundan dolayı olsa gerek kendisine eğitim haklarını savunma misyonu edinmişti. Her iki dilde de Türkçe ve Rusça olarak eğitimin gerekliliği kadar fırsat eşitliği ve gençlerin özgür iradelerine ket vurulmadan istedikleri alanda uzmanlaşmaları, toplumda sevdikleri mesleği icra etmelerini savunuyordu.
Rusça, zaman içerisinde Dilruba için sadece bir yabancı dil bilmek değil, o dilde düşünmek ve iş yapmak için vazgeçilmez hale geldi. Rusya’dan pek çok ailenin ülkemize gelip zamanla yerleşik hayata geçtiklerini yakinen biliyordu. Hatta Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923 senesi Cumhuriyet dönemi Türkiye’si ile Sovyet Rusya’sı arasında yapılan ilk eğitim ilişkileri, çok önemli bir yere sahiptir. Günümüz eğitim ilişkilerine baktığımızda geçmişle karşılaştırılmayacak kadar mesafe kat edilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk döneminde Sovyet Rusya ile iyi ilişkiler, bugünkü ileri ilişkilere çok özel bir zemin olmuştur.
1990’da Rusya’daki değişim sonrasında iki ülke arasında ilişkiler gelişmiş, Türkiye’de Rus edebiyatından sonra Rus diline karşı da büyük bir ilgi uyanmış, özellikle üniversitelerde Rus dili ve edebiyatı bölümleri, anabilim dalları ile lisansüstü programlar açılmıştır. Ayrıca Rusça, Türkiye’de çok sayıdaki üniversitede yardımcı farklı dil olarak okutulmaktaydı.
Çok değil geçen ay yerleşik Ruslar, Zafer Bayramı’nı kutlamışlardı. Türkiye’de en çok Rus , Antalya’nın Alanya ilçesi Mahmutlar beldesinde yaşamaktadır. Ruslar, 2. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı kazandığı zaferin 75. yıl dönümünü yani ‘Rusya Zafer Bayramı’nı Türk dostlarıyla kutladı. Etkinlikle Dernek Başkanı Ekaterina Gündüz’ün öncülüğünde üzerlerinde o döneme ait askeri kamuflaj olan bir grup Rus vatandaşı, belediye tarafından tahsis edilen üstü açık araçla Rusların en çok ikamet ettiği Mahmutlar Mahallesi’nde tur attı. Mahalle turu atan araçta çalınan Rusya Zafer Bayramı anlatan çeşitli marşlara çok sayıda Rus vatandaşı da o güne özgü kıyafetlerle balkon ve pencerelere çıkarak eşlik etti. Ruslar, ellerindeki Rus bayraklarıyla ve karanfillerle çalınan marşları hep bir ağızdan söylerken Dilruba, her iki ülkenin dostluğu için gönüllü bir kültür elçiliği de yapıyordu.
Rusça dünya dilleri arasında saygın yerini alırken, Rus aileler hayırlı damat olarak Türk gençlerini kabullenmişken olaya yalnızca ticaret ve turizm açısından bakmak eksik kalacaktır. Aynı zamanda da Rus dili, Türkiye’de en çok öğrenilen diller arasında yerini almıştır. Türkiye ve Rusya arasında yakın ilişkilerin olması, gelecekte Rus dilini daha da önemli hale getirecektir. Ayrıca bu çalışmayla yapılan tespitlerde Türkiye’ye gelen turist sayısı dikkate alındığında öğretmen sayısının yeterli olmadığı sır değil.
Dilruba, “Kim bilir belki günün birinde ben de öğretmenlik duygusunu bizzat yaşayabilirim” diye tekrar çocukluk hayallerine döndü. Hayallerinde istediği gibi seyahat edebilmenin keyfini çıkardı.
Frank Sinatra’nın sesinden dinlediği My Way (Benim Yolum) şarkısı ile göz yaşlarına hakim olamadı. Pişmanlıkları da olsa en azından hatalarından ders alan güçlü bir yapısı vardı. Başkalarının da aynı labirentte boğulmaması için çırpınıyordu.
Bir takdir bekliyor muydu ya da bir teşekkür? Asla… Çünkü faydalı olabilmenin keyfi, hiçbir şeyle kıyaslanamazdı. Dilediği şey neydi ki? Keşke “Benim hayatım” diye sahiplenebileceğimiz hayatlarımız olsaydı. Belki de o zaman nice asık suratla gezen, öfleye poflaya iş yapan, bir soru sorunca menopoz teyze kesilen, kendisinden olmayana hamam böceği muamelesi yapan, hayatı ıskalayan, zamanı bozuk para gibi harcayanların sayısı azalacaktı.
Bu fikirlerini Eğitim Platformu’ndaki konuşmasında da yaptı. Söyleşinin sonunda konuşmak için mikrofon isteyen bir genç kız, kendisine şu soruyu sormuştu: “Dilruba Hanım, siz zorluklar karşısında yılmayıp rotayı anlam dolu bir hedefe odaklayabilmişsiniz. Bu güzel ancak sorumluluklarının bilincinde olmayan, sadece evde ana baba ya da okulda öğretmen değil ki. Sorun, bir devlet yapılanması ve var olan eğitim kurumunun yanlış politikalarıdır. Devlet sistemini nasıl değiştirebiliriz ki? Diğer bir sorum da yarınlardan umutlu musunuz?”
Dilruba, “Sevgili genç arkadaşım, yarınlardan umudum hep oldu. Burada sizinle hatalarla dolu eğitimi ve yanlış davranışlar sergileyen bazı ebeveyn ve yine bazı eğitimcinin neden hoşnutluk duyulmayacak fikirlere ve davranışlara sahip olduklarını kritik ediyoruz. Dikkat ederseniz kişileri değil, şahsiyetleri değil; düşünme yöntemlerini, fikirleri söz ve davranışlardaki hataları eleştiriyoruz. İşte bu durum bile yarınlardan çok daha umutlu olmak için yeterli diye düşünüyorum. Düşünen kişilerin hayat hakları ve düşünme özgürlüğü, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile halen güvencededir. Madde 24: ‘Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.’
Devlet yapılanması ve eğitim politikası insan merkezli olabilirse yani ‘Devlet yaşasın da varsın ne olursa olsun’ felsefesinden ‘İnsanı yaşatalım, iyi eğitelim, donanımlı ve şahsiyetli kişilerin inşasına hizmet edelim’ felsefesine kadar yılmadan hepimiz elimizden geldiğince iyilikler üretelim derim.
Tarlada, bağda, bahçede, okulda, sokakta, her nerede olursak olalım layıkıyla çalışır, çok çalışkan olabilirsek ve farklı fikirlere, yaşam tarzına saygılı olmasını öğrenebildiğimiz zaman karanlıklar aydınlanacaktır diye düşünüyorum. Ümit ve inançla yılmayalım. Yeter ki fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür olmak için gayretle çalışalım, çabalayalım.
Evladımız bile olsa çocuklarımız, bireysel hayallerimizin esiri değil. Kendi yeteneklerinin, isteklerinin bilgisi ile donanmalarına izin vermeliyiz. Birkaç saatlik sınavla, şişkin egolarımızla ezmeyelim onların kurdukları hayalleri…
Öyle değil mi?