Ortaçağ Avrupası'nda kadın olmak

Roma döneminde toplum, ataerkil olmasına rağmen kadınlar da bazı konularda erkekler kadar hakka sahipti. Örneğin, boşanmak...

Roma döneminde toplum, ataerkil olmasına rağmen kadınlar da bazı konularda erkekler kadar hakka sahipti. Örneğin, boşanmak istediklerinde bunu erkekler kadar kolay yapabiliyorlardı. Ortada resmi bir evlilik anlaşması olmayıp sadece drahoma sözleşmesi olduğundan hiçbir açıklama yapmasına gerek olmadan çeyizlerini alıp evi terk etmesi, kadının boşanmasına yetiyordu. Hıristiyanlığın yayılmasıyla birlikte anlayış olarak da yeniden şekillenen Avrupa’da kilisenin bağnaz tutumu, kadınlara toplumun bakışını değiştirmiş, bu da onları hem bazı haklardan mahrum bırakmış, hem de toplumda erkeklere göre daha değersiz görülmelerine neden olmuştu. Erken Ortaçağ döneminde kadınlar, kilise tarafından erkeklerden aşağı ve ahlaken zayıf varlıklar olarak kabul edilip erkekleri günaha soktukları için şeytanlaştırılmışlardı. Oysa aynı kilise, Hz. İsa’nın annesi Meryem’in mükemmelliğini vurguluyor, bir kadın olarak onu yüceltiyordu.

Ortaçağ’da kadın olarak doğmak, sadece iki seçeneğe sahip olmak demekti: Evlenmek ya da rahibe olmak. Rahibe olan kadınların ortamı manastırla sınırlıydı. Evli olan kadınlar, eğer üst sınıftansa yaşadığı malikanenin idaresinden sorumlu olur, çevresindekilerle birkaç etkinliğe katılabilirdi. Fakat bir kadın, doğuştan şanslı olup soylu bir ailede dünyaya gelse bile yaşamının yönünü kendisinin belirlemesi pek de söz konusu değildi. Evlilikler; siyaset, din ya da ticarette bir avantaj sağlamak amacıyla ayarlanıyor yani bu amaçla evlenilecek erkeği aileler kendisi belirliyor, gençlere sadece ailesine itaat edip evlenmek kalıyordu. Aşk için evlilik, oldukça nadir görülen bir durumdu. Evlilik çağına gelen kadın, serf ise yani zengin toprak sahiplerine hizmet eden en aşağı sınıfa mensupsa kiminle evleneceğine karar verme yetkisi, kendi ailesinden çok bağlı olduğu lordundu. Evlilik, onun isteğine göre gerçekleşiyordu.

Zengin ya da fakir olsun Ortaçağ’da kadının asıl rolü; eşiyle, çocuklarıyla ve evi ile ilgilenmekti. Erkeğin görevi ise doğası gereği zayıf ve güçsüz kabul edilen kadının güvenliğini sağlamak ve bakımını üstlenmekti. Soylu bir kadının öncelikli görevi, hele ki önde gelen bir aileden ya da yönetici sınıftansa erkek bir varis doğurmaktı. Birçok kadın, bu görevi yerine getirme uğruna sık sık hamile kalıyordu ve bu da sağlıklarını olumsuz etkiliyordu. Ortaçağ kadınlarının %20’sinin doğum sırasında tıbbi bakım eksikliğinden öldüğü ve o zamanda kadın ölümlerinin en yaygın sebebinin doğum olduğu kabul edilmektedir çünkü Ortaçağ kadını, evliliği boyunca dört ila sekiz kez hamile kalırdı. Sürekli doğum yapmak, zaten kadınları hızla yaşlandırıyordu. Bu çağda bir kadının ortalama yaşam süresi ise 40 yıldı.

Bu dönemde kadınlar, düşük sınıftan değilse çalışma hakkına sahip değildi. Kadın, düşük sınıfa mensupsa kocası ile hemen hemen aynı haklara sahip olabilir yani çalışabilirdi ancak ortadaki o hak, zor şartlar altında eziyet çekmekten başka bir şey değildi ve aldıkları ücret, erkeklerinkinden daha azdı. Yapabildikleri işler ise hizmetçilik, çiftlik işlerine yardım gibi zor işler ve dokumacılıkla sınırlıydı. Kırsalda yaşayıp çiftlik işleriyle uğraşan kadınlar, toplumda soylu ve rahibe olanlardan daha geniş bir yer tutuyordu.

Ortaçağ Avrupası’nda kadınların eğitim almaları da gereksiz görülüyordu. Soylu kadınlar, görgü kurallarını öğrenmeleri için genç yaşta başka bir ailenin yanına gönderilirdi. Bu genç kızlar, evlenene kadar yanında kaldıkları soylu yaşlı kadınlara ya da kendi ailelerine hizmet etmek durumundaydılar. Eğitimleri çoğunlukla ev idaresi, el işi, dans etme, binicilik, ok atma gibi beceriler edinmekten ibaretti. Gerçekten eğitim hakkından yararlanabilen kadınlar, rahibe olmayı seçip kendilerini Hıristiyanlığa adamış olan kadınlardı. Yeni bulgular, bu kadınların şimdiye kadar sadece erkeklerin tekelinde olduğu düşünülen el yazmalarını çoğaltma ve süsleme işlerini dahi yapma hakkına sahip olduklarını göstermiştir. Fakat rahibelerin temel eğitim alamadıkları istisnalar da mevcuttu çünkü bazı yerlerde bir kadının rahibe olsa bile okuma yazma bilmesinin gereksiz kabul edildiği manastırlar vardı ve buradaki rahibeler, duaları ancak başkasından dinleyip ezberleyerek öğreniyorlar, İncil okuyamıyorlardı. Eğitim alabilsin ya da alamasın bu yaşamı seçip manastırda yaşayan kadınların yabana atılmayacak bir avantajları vardı ki bu da o dönem çokça can alan çocuk doğurma eyleminin tehlikesinden özgürleşmiş olmalarıydı.

Avrupa’da kızlar, evlenirken erkek tarafına eski Yunan ve Roma’da da mevcut olan“drahoma” verirlerdi. Bu, bir nevi kızın çeyiziydi ancak bizdeki çeyizden farklı olarak çoğunlukla büyük ya da küçük bir toprak yani arazi idi. Drahoma, önceden ilan edilirdi ve bir kızın drahomasının yüksek olması, güzel ya da çirkin olmasından çok daha önemliydi. Bu sayede talipleri de üst sınıftan önemli kişiler olabiliyordu. Kadının evlilikteki pozisyonunu evlenirken getirdiği drahoma yani toprak belirliyordu çünkü toprak, iktidar demekti. Avrupa’da soy ve unvan çok önemli olduğundan bazı iflas etmiş soylular; isimlerini kullanarak drahoması yüksek kızlarla evlenebiliyor, böylece kadının ailesi kızlarına hayal ettikleri unvanı (kontes, markiz vb.) sağlarken erkek de işlerini döndürecek ya da bir süre daha refah içinde yaşamasına yetecek bir gelire sahip oluyordu. Evlenirken drahomasını götüren kız; babasının mirasından payını almış sayılıyor, miras diğer kardeşler arasında paylaşılıyordu. Drahoma adeti sadece Hıristiyanlarda değil, Yahudi toplumunda da vardı. Bu adet, birçok avantajlı evliliğin yolunu açtığı gibi drahoması az olan ya da olmayan kızların evde kalmasına da neden olmuştu.

Bu dönemde atalarından ya da babasından büyük bir toprak devralan kadın, evlenince bunu kocasına teslim etmek zorundaydı. Kocası, bu mal varlığını kötüye kullansa bile kadının bunu engellemek için yasal bir hakkı yoktu. Eğer kadın evli değilse mal varlığı bir vasinin kontrolünde olurdu çünkü kadın, mal varlığını tek başına idare etme hakkına sahip değildi. Bir kadının servetini kötü idare eden kocasını boşama ya da terk etme gibi bir hakkı da yoktu. Dul kalması durumunda kocasının herhangi bir serveti yoksa kadın, çeyiz olarak mirastan pay almış olduğu için ailesinden bir şey talep edemeyip zor durumda kalıyordu. Bu durum, yüzyıllarca bu şekilde devam etti. Geç Ortaçağ Dönemi’nde bazı yerlerde kocasının ölmesi durumunda kadına geçinebilmesi için kocasının mallarının yarısı üzerinde “dulluk geliri” hakkı tanındı. Bu durumda koca, eğer bir malını satmak ya da bağışlamak isterse karısının da buna razı olduğunu belirtmek durumundaydı. Böylece kocanın aşırı savurganlığına karşı kadının lehine bir önlem alınmış oluyordu. Velhasıl bazı istisnalara, son dönemlerinde alınan bazı önlemlere rağmen Ortaçağ boyunca Avrupalı kadınlar, erkeklere nazaran sınırlı haklara sahiptiler. Ayrıca toplumun kadından beklentisi ve ona bakışı açısından da Ortaçağ Avrupası’nda kadın olmak, hiç de kolay bir şey değildi.

Bakmadan Geçme