Not edemediklerimiz
Klasikleşen ve yazarlar için bir anayasa kuralı kadar değerli olan söz: 'Söz uçar, yazı kalır.' değil...
Klasikleşen ve yazarlar için bir anayasa kuralı kadar değerli olan söz: “Söz uçar, yazı kalır.” değil midir? Bu sözle, kendini hayata bağlayan birinin zamanla kaleme aldıklarını günyüzüne çıkarma isteği duymayacağını kim söyleyebilir? Sırf yazma yeteneğini yitirmemek adına hemen her gün birkaç satır da olsa yazmayı ilke edinenler, ancak yazarlığın binbir gece masallarında kendini bulabilir.
Elimde şu sıralar, Elias Canetti’nin Ahmet Cemal çevirisiyle Türkçeye kazandırılan “İnsanın Taşrası” adlı deneme kitabı var. Doğrusu deneme okuru olmanın hiç de kolay olmadığını bilen bilir.
Andığım kitap 1942-1972 yıllarını kapsayan notlardan oluşturulmuş. Kitabın bir yerinde Canetti notların güçlüğünden söz ederken şöyle sesleniyor kendine: “Bu notların güçlüğü, kişisel olmalarından kaynaklanıyor. İnsan, özellikle kişisel olandan uzaklaşmak istiyor; sanki daha sonra artık değişmeyeceğinden korkarcasına, kişisel olanı kâğıda dökmekten korkuyor. Gerçekte ise insan bir kez yazdıktan sonra rahat bıraktığı takdirde, her şey pek çok yoldan değişime uğramayı sürdürüyor. Ruhun yollarını gösteren şey, yeniden okumak.” (1)Yazılan notlar ilk anda kişisel görünse de zamanla farklı bir değere ulaştığı Canetti’nin tuttuğu notlar bize kanıtlıyor.
Günlük ya da günce tutmak gerçekte gün içinde olup biteni kaydetmek -bu konuda Türk Edebiyatı’nda günlüklerini yayımlayanların başında Salah Birsel geliyor- bir yazarın yaşamına giren çıkan ne varsa o günlüklerden çıkarmak olası. Bir bakıma edebiyat arkeologluğu yapanlar içinse bulunmaz bir hazine. Bunlara sahne arkası, kulis ya da perde gerisi de denir ya, hepsi de aynı kapıya çıkar. Bir dönem ben de günlük tutmaya başlamıştım. Bu işten neden, vazgeçmeme yol açan günlük yaşamın getirdiği ağır sorumluluklardı. Ama yine de hiçbir şey için geç kalınmış sayılmaz.
Ödemişli Ülkü Başsoy, kardeşi Savaş ve babası Recep Başsoy anısına ortaya koyduğu dil yazın ödülünün üçüncüsünde bu yıl tür olarak günce-günlüğü belirledi. Ortaokul ve lise öğrencileri arasında gerçekleştirilen bu özgün yarışmada temel amaç, öğrencilerin temiz bir Türkçeyle yazmalarını özendirmektir. Geleceğin genç yazar adaylarına anadillerini kullanırken yazım kurallarına özen göstermenin yanında edebiyat türlerini öğrenmeleri de hedeflenmektedir.
İnsan, özlem duyduğu bir varlığa seslenmek için türlü yollar dener. Bu yolların bence en masum olanı, o özlemin yazıya dökülmesidir. Geçmişte mektup aşkları denilen tür böyle masum bir istekten doğmamış mıdır? Mektup yazmaya cesaret edemeyenlerse ancak kendilerinin bileceği bir deftere not ederek özlemlerini gidermeye yönelir. Canetti de böylesi yoğun bir özlem anını şöyle ifade edebilmiş: “Tek bir gün boyunca, bir açıklama yapmaksızın veya arada bağ kurmaksızın, araya hiçbir şey koymaksızın insanın özledikleri, ama gerçekten, yalnızca özlemini çektikleri not edilebilseydi.” (2)
Evet, yalnızca özlemini çektiklerimiz not edilebilseydi ve o notlar kitaplaşabilseydi, o masmavi düş denizinden ne fantastik öyküler çıkardı! Okuma kadar yazma konusunda da tembeliz galiba. En başta kendimizi koymalıyız ortaya. Neden günlük tutmuyorsun, diyorum kendime. Oysa yazmanın sana verdiği hazzı yıllardır yaşayan biri olarak günlüğüne yazacağın onca ilginçlikler neden kayda geçmesin?
Öğretmenliğimin ilk yılında yaşadığım bir olay var ki, zaman zaman anlattığımdan belleğime yer etmiş. Sanki bugün gibi anımsıyorum olayı. Öğretmen arkadaşlarla bir bahar günü Muş’un Ermeni Bağları adı verilen yere pikniğe gittik. Pikniğin bitişine yakın yağmura tutulunca kendimizi en yakın bağ evine attık. O bağ evi, bir öğrencimizin ailesine aitmiş. Kasap olan ev sahibinin içten merdivenli ve tek odalı bağ evinin üs katına çıktığımızda çilingir sofrasını hazır bulduk. O saate kadar hayli demlendiysek de ev sahibinin ısrarıyla yeniden kadehler kalktı, indi. Gitme saati geldiğinde odanın temizliği için süpürgeye davranan bir arkadaşımızın farkında olmadığı şey, yaptığı davranışın ev sahibine hakaret, hatta kurşun sıkmaktan öte bir şey olduğunu bilmemesiydi. Ancak arkadaşımız aşırı alkol aldığından inatla süpürgeyi elinden bırakmıyordu. Sonunda ne mi oldu? Ev sahibi ağır hakaretlerle elini beline atıp silahını arkadaşımıza doğrulttu. Biz de bu vahim durum karşısında arkadaşımızı merdivenden aşağı atarak olası bir ölümden kurtarmış olduk. İşin kötüsü, aşağıya indikten sonra iki koluna girip sürüklediğimiz arkadaşımız bu kez bize ana avrat küfrediyordu. Biz, sarhoşun mektubu okunmaz deyip, onu bir an önce eve bıraktık. O kurtuldu kurtulmasına da; arkadaşımızın acı küfürleri yüzünden zevkli başlayan bir günü acı bir sonla noktalamanın burukluğu bize armağan kaldı.
Yaa, işte böyle sevgili günlük! Yıllar sonra da olsa yeniden anımsayabildik birbirimizi, ne mutlu bize…
(1)Elias Canetti/İnsanın Taşrası/Çev. Ahmet Cemal/Sel Yayınları/2015
(2) agy.
Bakmadan Geçme





