Mikyas

Hayat, bir denge üzerine kurulmuş ve o denge üzerinde dönüyor her şey. Düne baktığımızda insanların yaşadıklarıyla...

Hayat, bir denge üzerine kurulmuş ve o denge üzerinde dönüyor her şey. Düne baktığımızda insanların yaşadıklarıyla ve yaşayamadıklarıyla hep bu dengeyi kurmaya çalıştıklarını görebiliriz. Bir ahenk vardır bizim dışımızda ve ister istemez biz de onun içinde, var olana uymaya çabalayarak hayatımızı sürdürmeye çalışırız.

İyilikler-kötülükler, savaşlı günler-barışa dair çabalar, güzellikler-çirkinlikler, gece-gündüz, kış-yaz, gülenler- ağlayanlar, ölenler-doğanlar, avlananlar-av olanlar… Bunu uzatıp gidebiliriz. Kendi içinde zıtlıklarıyla süre gelen ve birbirini tamamlaya ve dengelemeye çalışan gelişmelerle sürer gider hayat. Bazen çelişki gibi görünen şeyler birbirini dengelemeye çalışan unsurlardır. Hani zıtlıklar, bazen hayatı güzelleştirir de bazen de güzel olanın değerinin anlaşılmasını sağlar.

Bir de sosyal ilişkilerimizde oluşturmaya çalıştığımız bir dengeden söz edebiliriz ya da buna denge demeyelim de ölçü diyelim daha doğru olsun. Yaşamımızı zorlaştıran da kolaylaştıran da o kullandığımız ölçülerdir aslında. İnsanın kendisi de bir ölçüdür. Yaşamda yer alan her şeyin kendisine kıyasla değer bulduğu bir ölçü…

Ölçülü olduğumuz sürece hayatımız kolaylaşır. “Doğru ve temiz işler hep ölçülü ve ağırbaşlıdır, ölçü olmayan yerde kavga, gürültü ve haksızlıklar vardır” diyor Montaigne. Buna duyulan ihtiyaçtan doğmamış mı kurallar. Yapılacak işte ölçüyü koymak için. Yani bir nevi standartları belirlemek adına. “Bunu yapacaksanız, şuna şuna dikkat etmeniz gerekir.” Hayatımızın her alanında bu ölçüleri görebiliriz. Okuldan işe, hastaneden bankaya, apartmanda yaşamdan parka, girdiğiniz sınavdan yaptığınız yolculuğa kadar. Tabi buna uyanlar-uymayanlar diye de insanları ayırmak gerekiyor bu noktada. Onları sizin tahayyülünüze bırakıyorum. Ama oluşan kurallara -ki bunlar da ihtiyaçtan doğmuştur- uymak istemeyenler hep ahengi bozuyor, ölçüyü kaçırıyor ve dengeleri alt üst ediyorlar, sonucunda da haliyle tatsızlıklar yaşanıyor…

Elbette konuşmanın da bir ölçüsü olmalı. Konuştuğun kişinin konumu, samimiyet, büyük/küçük oluşu, bu ölçünün oluşmasında kriterleri belirliyor. Yani kendiliğinden ortaya çıkan bir konuşma ölçüsü oluşuyor. Konuşma adabı da diyebiliriz buna. Konuşmanın ölçüsü kaçınca tadı da kaçıyor haliyle. Şaka da dozunda, hiciv de eleştiri de dozunda olursa güzel oluyor. Yerini buluyor. Yoksa sulanıyor ve “densizlik” halini alabiliyor. Hatta çok yerme kadar çok övme de insana zarar verebiliyor. Orta yolu bulabilmek ve dengeyi kaçırmamak en güzeli.

Bu kadar ölçüden bahsetmişken içinde bulunduğumuzun Ramazan ayının da yeme içme noktasında ölçüsünü kaçırmamak gerekir diye hatırlatmak istiyorum. Normalde olması gerektiği gibi israfa kaçmadan bu güzel ayı değerlendirmek, tutulan orucun anlamına uygun düşecektir.

hayatın ucundan tutanlar

nasıl tutunur

çiçek uçuruma

yumuşacık

sımsıkı…

bulutun yaşını bekleyenler

o an nasıldır?

buluşma

özümseme…

Ramazanı yaşamaya çalışanlar

iftar nasıldır?

duyumsama

anlama

haz…

Bakmadan Geçme