Mevsimlik hikayeler

'Vızzzz…' Bir sivrisinek geçti başucundan. İlk akşamdan beri ötesinde berisinde vızlayıp duruyordu kahrolası. Üç beş saatlik...

“Vızzzz…”

Bir sivrisinek geçti başucundan. İlk akşamdan beri ötesinde berisinde vızlayıp duruyordu kahrolası. Üç beş saatlik uykuyu delik deşik etmişti.

Üstündeki battaniyeyi yana çekip doğruldu Zeliha. Saçları dağılmış, tülbendi başından düşmüştü. Gözlerinden uyku akıyordu. Sivrisineğin konduğu yerler de tatlı tatlı kaşınıyordu.

Kalkıp yüzüne su çarptı. Az biraz gözleri açıldı. Pencereyi kapattı. Hava oldukça serinlemişti.

“Gökyüzü bu gece de çakır yıldız” dedi. Yarına hava açık olacak. Gerçi son günlerde çokça yağmur yağmıştı. Yağmur bereketti. Yağmur bolluk. Yağmur, arınmasıydı yerdekilerin. Göktekilerin bir lütfu olmalıydı bu. İş, aş, çokluk demekti…

Mutfağa yöneldi. Az biraz bir şeyler yemeliydi. Yarına bir şeyler hazırlamalı. Mutfağa bir iki adım kala durdu.

“Zeynep” dedi. “Zeynep, kalk kızım.” Zeynep’ten ses seda gelmedi. Zeliha tekrar:

“Zeynep” dedi.

“Kalkıyorum ana” dedi. “Kalkıyorum.”

Zeliha sapı kopmuş, bir miktar da islenmiş çaydanlığı ocağa sürdü. Çay, uykuyu açardı.

“Yağmur yağarken suyunu doldurmalı insan. Bu günler, üç beş kuruş kazanılacak günler. İş zamanı, çalışma zamanı.”

Dolabı açtı. Elindeki kaşıkla dolaptan aldığı çökelekten üç beş kaşık çökeleği çanağa koydu. Biraz tuz serpti üzerine. Çay, az sonra olurdu. Birer bardak çay içerler, üç beş de çökeleğe ekmek banarlardı.

“Ne koymalı çıkına acep?”

İki domates yıkadı. Bir baş kuru soğan aldı.

“Ne ağırkanlı şu kız” diye geçirdi aklından. “Ne ağırkanlı. Boşandığından beri bir türlü ayağı değmedi toprağa. Çocuklara özleminden midir nedir anlamadım ki.”

Zeynep, iki çocukluydu. Olmamıştı işte. Kırılıvermişti her şey. En acısı, iki çocuğunun çok uzaklarda oluşu idi.

Elinden, ayağından kan çekilmişti sanki. Aklı uçup gitmişti. Ne hareket etmek ne yiyip içmek.

Gülen konuşan biri değildi artık eskisi gibi.

Ana baba evinde bulmadığını koca evinde de bulamamıştı. Yokluk, yoksulluk insanın her güzelliğine kara çalıyordu işte.

Bu hal, hal mi? Yirmi yedisinde bir kadın bu kadar bıkmış, bu kadar tükenmiş mi olmalıydı?

“Geldim ana” dedi Zeynep.

“Otur, bir iki ekmeği çökeleğe ban.”

Zeynep, anasının gözleriyle işaret ettiği yere oturdu.

Gözü yerdeydi yine, yüzü solgun umutsuzdu. Ne çalışmanın ne nefes almanın anlamı vardı. Var saydıkları, varlığının çok ötesindeydi. Yok saydıkları da her hücresinde. Yakın olmak istenenler hep böyledir. Uzak olmak istenenler de. Düşünceleri giderek birbirine karışıyor, ağzındaki çökelekle ekmek parçası çiğnendikçe büyüyordu.

Anası kalkıp yarım ekmek aldı leğenden. Naylon bir poşete koyup ağzını bağladı.

“Az sonra çağırırlar kızım” dedi. “Biraz gayretli ye. Sonra açlıktan süneceksin.”

Bir bardak su doldurup sofra bezinin üzerine koydu.

Zeynep, kendi karanlığında artıyordu durmadan, halka halka büyüyordu. Asma dalları yaprak yaprak kararıyor, karardıkça da çoğalıyordu. Çoğaldıkça büyüyordu çiçekten yeni çıkmış üzüm tanecikleri. Yeşil, yemyeşil salkımlar büyüyordu. Koruklar, ekşi tatlarıyla diline dolanıyordu toplayıcıların. Bir gündelik, bir tat.

Koruklar üzüme dönüyordu, sarı sıcaktı. Çoğalıyordu, çoğalıyordu. Ve her birini kesip küfelere dolduruyorlardı özenle. Bir taneyi bile zedelemeden. Sapsarı, pırıl pırıl yer, yerde yemyeşil üzüm salkımları bir aradaydı. Öyle güzeldi ki. Kim bilir hangi fabrikada sıkılacaklardı. Bir yana posası, bir yana suyu, özü ayrılacaktı.

Dışarıdan sert, hastalıklı bir ses duydular.

“Zeliha kadın…”

“Zeliha kadın…”

“Hadi çağırıyorlar” dedi Zeliha kızına. “Hadi toparlan çıkalım.”

İki kadın, ışığı söndürüp tozlu yolların loş ışığında kendilerini bekleyen kamyonete ilerlediler.

Gökyüzü hala çakır yıldızdı. Gökyüzündeki yıldızlar gibi kamyonetin arkasına sıralanmıştı kadınlar. Başlarını rüzgardan korumak için poşularla sıkıca bağlamışlar, ekmek çıkınlarını kucaklamışlardı. Birbirine uzak, birbirine yakın yıldızlar gibiydiler. Hepsi de çok uzaktan ışıl ışıl yakından sönüktüler.

Ümmühan:

“Gel kardeş” dedi uykulu bir sesle. Zeliha, Ümmühan’ın uzattığı ele tutundu, kamyonete atladı. Dönüp elindeki çıkını Ümmühan’a uzattı:

“Tutuver şunu, cancazım” dedi.

Yola yönelip kızı Zeynep’ e el verdi.

“Tut kızım elimi” dedi. “Gecenin bu saatinde başına bir hal gelmesin.”

Zeynep, anlamsız bakışlarla annesinin gözlerine baktı. Elini uzattı.

Az sonra külüstürün gıcırdayan seslerine motorun gürültüsü karıştı. Bilmem kaç dönümlük tarlaya doğru yola çıktılar. Ay, hala gökteydi. Yıldızlar yerli yerinde.

Aradan bir saat ya geçmiş ya geçmemişti. Fadime, Zeynep, Ümmühan, Zekiye ve diğerleri, bir üzüm salkımı gibi dağılıverdiler gecenin koynunda. Mevsimlik hikayelerden biriydi bu. Mevsimsiz yaşanmıştı.

Bakmadan Geçme