Şiirimizde Ege

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Yalnızlık gittiğin yoldan gelir

Oktay Rifat

Okul sıralarını eskitmiş hiç kimse yoktur ki coğrafyayla bir ilişkisi olmasın. Bu ilişki, kimi zaman kötü sonuçlansa da o dersin belleğe bıraktıklarını bir gün şiirde kullanabiliriz. Kimileri için öğretmeni sorun olsa da coğrafya dersi, en azından yaşadığımız coğrafyayı tanıma açısından yararlanacağımız bir kaynak.

Yaşayan her varlığın etkilendiği bir coğrafya vardır. Hatta bu etki, şiirin coğrafyasına kadar gider. Örneğin, Osman Bolulu’nun hazırladığı bir kitap adı: “1997 Şiir Coğrafyamız”. O coğrafya ki kutuplardan bir damla suya hasret çöllere, oradan da muson ormanlarına değin uzanır. Şiiri coğrafyasız, coğrafyayı da şiirsiz düşünemeyiz. Hangi ülkeden ve hangi dilden olursa olsun her şairin şiirinde yaşadığı coğrafyaya ilişkin izlere rastlanır. Şaire soluk alıp verdiği hava, gözlediği doğa, canlıdan yana ne varsa bir malzemedir çünkü.

Bu zengin görsel malzeme; doğup büyüdüğüm, soluk alıp verdiğim, yazılı tarihin kültür beşiği Ege’yse eğer onun şiirimize nasıl yansıdığını birkaç örnekle anlatalım şimdi de.

Şairin coğrafyası, örneğin Kalahari Çölü’nün bir vahasıysa kum fırtınaları ve su, onun en sık kullanacağı imgeler olabilir. Bir Eskimo şairi de haliyle bize buzların erdemini, yararını yani kendi coğrafyasını anlatacaktır. Güneş, aynı güneş olsa da Nemrut’taki tadıyla, Kaçkarlardaki tadı bir değildir. Şiir, şairin etkilenim ve çekim alanından doğar ve doğal bir akışla günün birinde okuruyla buluşur; denize koşan ırmaklar gibi.

Behçet Necatigil “Coğrafyada Şart Kipi” adlı şiirinde bakın ne diyor: “Ne denizler deniz, dağlar dağdır/Ne bahçeler bahçe./Yok öyle göller/Ben olmayınca.” Evet, şair varsa ancak deniz, dağ ve göl bir anlam kazanır.

Coğrafya öğretmenliğimi sürdürürken de emekli olduktan sonra da şanslıydım ki hem yurdumu hem Avrupa’da başta Almanya olmak üzere komşu ülkeleri gezme olanağı buldum. Kendimi çok gezen biri sanırdım. Ancak Alman şair Rainer Maria Rilke’nin yaşadığı kentler listesini gördüğümde bu savımdan vazgeçtim. Şairlerin hangi toprakta yetişirse yetişsinler yazgıları pek değişmiyor. Gezilerim boyunca tanıdığım, tattığım her tür deneyimin şiirime çok şey kattığını söyleyebilirim. Yurtdışında çalışırken azınlık oldum, yabancılaşmayı duyumsadım, yurdumun güneşine özlem duydum çünkü Alman güneşi, hem ender görünüyor hem içimi ısıtmıyordu. Ege’nin asfaltı dahi eriten güneşi o yıllarda bana bir düş gibi geliyordu. İlk şiir kitabım “Şiir Üşüdü”ye koyduğum “Eller”de bu özlem açıkça görülür: “uzun kavaklarda/sarılmış gelin telleri/eser her gece deli deli/yer mi ıslak yoksa gözlerin mi/niçin kokmuyor bu eller/sevdiğim Anadolu gibi”

Bu Anadolu öyle bir yurt ki nice ozanların şiirlerine hiç yüksünmeden, yılgınlık getirmeden yüreğinin en derin yerini açıvermiştir. “aydınlığa doğru” adlı şiirimde şöyle sesleniyorum: “bizim öykü böyle başlar/Türkiye bu koca diyar/Uzunyayla hep bana bakar/Menderes’te sular çağlar/sen git hele Van’a doğru”

Doğrusu, coğrafyacı oluşumla şiir yurdunun gönüllüsü oluşum bir araya gelirse o kaynaktan su içmeden geçmek olur mu?

Şairdir, kimi zaman yolsuz çulsuz kalır, bir kahvehane köşesinde sabahlamaktan başka çaresi yoktur. O züğürt günleri “hani”de dile getirmişim: “hani/biz değil miydik/genzi yakan/sabahçı kahvelerinde/Basmane’nin/kahırla uyuklayan”

Şair gezer, gezdikçe esinlenir; isterse o coğrafyanın yabancısı olsun, gördüğü bir dağ, çağıldayarak akan bir ırmak, sümüklü bir kız çocuğu ya da sırtında taze çay küfesi yüklü bir kadın, her ne olursa olsun etkilenir; ne bulursa not hemen alır. Bilir ki günün birinde o notlar, karanlık denizde yol almaya çalışan şiir takasına deniz feneri olup aydınlatacaktır.

Ege’yi yurdun öteki bölgelerinden farklı kılan özelliklerin başında binlerce yıldır korunan ve yaşatılan kültürel değerler gelir.

Türklerin Anadolu’ya adım attığı tarih olarak savlanan 1071 Malazgirt Meydan Savaşı sonrası Türklerin en son vardığı yer Ege kıyılarıdır. Bu bölgenin İyonya, Lidya ve Bergama krallıkları döneminden günümüze değin gelen kültür kalıtları ve yazılı eserler; uzun yıllar tarihe, edebiyata kaynaklık etmiştir. Antik çağın şairi Homeros, başlı başına bir klasiktir. Felsefe alanındaki yapıtlarıyla kendilerinden sonra gelen kuşakları etkileyen filozoflar da yine Ege’de boy vermiştir.

Köklü uygarlıkların beşiği bölgemiz, öyle bir coğrafya ki onu da Naime Erlaçin söylesin: “başka bir dehlize açılıyor kapılar/kendinden ürküyor toprak/bu sokaklar/bu insan/bu coğrafya/akla ziyan bir hâl bu!”

Ve günün birinde Ataol Behramoğlu’nun yolu düşer bu kez Ege yollarına, o ünlü iğne oyalı kıyılara: “Canımın yongası, sevdiğim,/Birkaç gün çaldık ilkbahardan/Geçtik yıllardır özlediğim/ Erguvan ışıklı kıyılardan” Onun yıllardır özlediği erguvan ışıklı kıyılar, benim içinse sevdiğinden ayrılmayı hiç istemeyen kızıl bir goncadır akşam güneşi.

Behramoğlu, Ege’nin nazlı durağı Ayvalık’tadır bu kez: “Durduktu önünde Ege Denizi’nin/ Gözleri mayıs bulanığı,/Kuytuluğunda eski evlerin/Dolaştıktı Ayvalık’ı” İnsan, değil Ayvalık; Foça, Kuşadası, Bodrum, Assos Ege’de her nereyi dolaşırsa dolaşsın yüreği o duygularla haşır neşirdir. Özellikle kıyı Ege birçok yazara, ozana aynı günde dört mevsimi yaşatan iklimiyle, dağlarıyla, ovalarıyla tam bir esin kaynağıdır.

Adı Datça’yla özdeşleşen Can Yücel de yaşadığı coğrafyaya tutkun. Hatta bu, öylesine bir tutku ki ölümünden sonra mezarının Datça’da olmasını “vasiyet” eder. Datça’yı uzun yıllar yaşadığı kentlerden bir özelliğiyle ayrı yere koyar: “Beni kuzum Datça’ya gömün/Geçin Ankara’yı İstanbul’u/ Oralar ağzına kadar dolu”.

Büyük kentlerin dağdağası, keşmekeşliği, vurdumduymazlığı bir yana ağzına kadar dolu oluşu onu sıkar.

Bu coğrafya; aynı zamanda iki komşu ülkenin, iki ortak kültürün hem yakınlaştığı hem uzaklaştığı bir yerdir. Deniz kıyısından çıplak gözle bile izlenebilen adaların bir zamanlar serbestçe teknelerle gidilip gelinen, rakı balık yenilip sirtaki, horon oynanan, efe türküleriyle coşulan mekanlar olduğu nasıl unutulur ki.

İşte böylesi bir günde Yunan Teodarakis’in şarkılarıyla efkarlanan Can Usta, karşı kıyılardan gelen “Akis”le: “Sen çaldıkça Teodorakis/Bir mor yağıyor üstüme/Dudaklarım öpüşmekten mosmor/ Bir putum sanki ilahilerle/denize fırlatılmış/Ve bir deniz yağıyor üstüme” diye içten içe duygulanır. İki komşu halkın aptal siyasetçiler yüzünden birbirlerinden koparılmasına isyan ederken de Teodarakis’i teselli etmeyi ihmal etmez: “Bakma sen sevgili Teodorakis/Açgözlü güvercinlerin didiştiklerine!”

Ona göre Ege kıyılarını süsleyen çakılların her biri “güneş güzeli”dir. Güneşin gün boyu eğimiyle renk değiştiren çakılların sudaki görünümlerinin insan ruhunda yarattığı görsel şölendir Yücel’e “güneş güzeli” dedirten.

Şimdi sırası geldi sanırım, klasik bir coğrafyacı deyimi kullanmanın: Dağları denize dik inen, kıyıları girintili çıkıntılı Ege’de tarih boyunca nice korsana yataklık yapmış koylar ve o koylarda nice gizli mağara var ancak kıyıları kadar dağları da nice efeye yataklık eder. Can Yücel, Datça’da bir gün böyle bir mağara keşfetmiş ki gerçekte o mağara, bana göre içinden çıkmaya hiç doyamadığı ormanımsı bir koyaktır ya, burada anafora yakalanma riski var: “Neden sonra buldum o kaçakçı mağarasını/Gözlerim kamaşınca senden/Ölüm belki sularından kaçırdığım/O loş suda yıkanmaktır/ Durdukça yosundan yeşil/Kulaç attıkça mavi” Ege’nin suları yosun yeşili ama yüzdükçe de insana masmavi gelir. İddialı bir söylem olsa da söylemeden geçemeyeceğim; yüzmenin zevkine insan ancak Ege’de varabilir. Koca ozan da ayık kaldığı ender saatlerden birinde yüzmenin tadına varabilmiş ki onu bu dizelerle anlatıyor!

Egeli şairlerin piri Attila İlhan’a kulak verelim şimdi de.

O, tam bir İzmir tutkunudur. İzmir’de parlayıp sonra da Türk edebiyatında hak ettiği yeri alan İlhan’ın “Karantinalı Despina” şiiri, 15 Mayıs 1919’da Yunan işgaline uğrayan İzmir’e yakılmış bir ağıt gibidir: “bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına/çıktı mı deprem sanırdın ‘kara kız’ kantosuna/ titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan/muammer bey’in gözdesi karantinalı despina”

Despina, İzmirli erkeklerin meftun olduğu Rum aşüftedir. Bir gece ansızın gelen Yunan zırhlıları, onun da dünyasını bir anda değiştirir: “işgal altüst etti nasıl da izmir’de her şeyi/öğrendi kullanmasını despina bu yanlış geceyi/körfez’de parıldayan yunan zırhlılarına karşı/miralay zafiru’yla ispilandit palas’ta sevişmeyi”

Ege denince Yunan işgali ve ona karşı verilen bağımsızlık mücadelesi, Attila İlhan gibi daha birçok şairi de derinden etkiler. Özellikle Ödemiş, Yunan’a karşı ilk Kuvayı Milliye ateşinin yakıldığı yer olması nedeniyle büyük önem taşır. Dr. Alev Coşkun’un Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan Yunan “Efsun” birliklerine karşı Ödemişli 300 sivilin direniş öyküsünü anlattığı kitabı okunmaya değer.

“İlk Kurşun” adlı şiirimde bu mücadele önderleri yerini aldı: “geliyordu düşman Anadolu’ya katar katar/bizden tuz ekmek bekleyerek/verildi en güzel yanıt Ödemiş’ten/kalemler susmuş silahlar konuşuyordu/İsmail Efe, Poslu Mestan Efe, Öğretmen Faik/Ödemiş çarşısından Hacı İlyas’a koşuyordu”

Ege denilince Şeyh Bedrettin, Torlak Kemal, Börklüce Mustafa, Çakırcalı Mehmet, Yörük Ali, Demircili Mehmet, Atçalı Kel Mehmet akla gelmesin de ne gelsin behey erenler! Ege, çağdaş şiirlerde olduğu kadar yanık efe türküleriyle de hala gönül telimizi titretmeyi sürdürüyor ki yöremizde o türkülerden biri de Çakırcalı Mehmet’in babası Çakırcalı Ahmet Efe’ye yakılmıştır. Sözümüzü onunla noktalayalım: “Birgi’nin kavakları/Tellidir yaprakları/Bana Çakırcalı derler ‘Yar fidan boylum’/ Yakarım konakları”

Bu coğrafyanın insanıi hiçbir zaman zulme ve zalime boyun eğmeyi bilmemiş; bundan kelli de bilmeye!

Şiirimizde Ege