Milli bayramlarla sorunlu olmak

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Yakın tarihimizin bitmeyen tartışmaları vardır: Cumhuriyet Türkiye’sini kuranların redd-i miras ettiği (Osmanlı’yı reddettiği anlamında); Lozan’ın zafer değil hezimet olduğu; İsmet İnönü’nün camileri ahır yaptığı… Liste uzayıp gider.

Mevlana’nın sevdiğim sözlerinden biridir: “Cahille girme münakaşaya. Ya sinirini zıplatır tavana, ya da yazık olur adabına.” Niyetim, söylediklerinin ardına belge-bilgi koymayanlarla münakaşa etmek değil. Zira bu, işe yarasaydı tartışma çoktan bitmiş olurdu. Ben sadece doğrudan yana olanların cephesini tahkim etmek istiyorum o kadar.

Bayram, kökeni İrani; Soğdca’daki patram’dan türemiş bir sözcüktür. Neşe, huzur, barış ve mutluluk anlamındaki bu sözcük, vaktiyle Hint halkının konuştuğu Sanskritçeye anlamı değişmeden ancak rama/ram şeklinde geçmiş. Kaşgarlı Mahmut’un Araplara Türkçe öğretmek amacıyla Bağdat’ta ve Arapça kaleme aldığı Divanü Lügati’t-Türk’te (1074) bayram yer almaktadır ki sözcüğün Türkçede kullanıldığını gösteren ilk yazılı kaynak, bu anıtsal sözlüktür.

‘Özel olarak kutlanan günler’ anlamındaki bayramların dini olanları, dünyanın her yanında milli olanlardan çok daha eskidirler. Bunun nedeni, insanoğlunun milliyet bilincine erişmezden çok önce, yani kadim doğa inanışlarından çok ve tek tanrılı dinlere geçilen binlerce yılda bir iman ve itikatı (din) benimsemiş olmasıdır. Farklılık, paganların kutlanacak özel günleri hasatla birleştirirken müminlerin aynı günleri kutsal kitaplarına göre belirlemesidir.

Soru şu: Demokrasiyle -kalitesini bir yana bırakıyorum- yönetilen ülkelerde dini bayramlarını kutlayan-kutlamayan herkes, bağımsızlık sembolü milli bayramlarını coşkuyla kutlarken neden Türkiye’de birileri, onları yok sayıp görmezden gelir?

Daha ziyade gelenekçi ve mukaddesatçılardan oluşan bu birilerinin esasen varlık nedenleri de olan temel karşıtlığı, Osmanlı’yı yaşatmak yerine, tercihini çağdaş Türkiye’den yana kullanan kurucu liderlerin eylem, söylem ve kişilikleridir. Üç yüz küsur yıldır Türkiye’de iç siyaset, Batı’dan esinlenen yenileşme çabalarına bakıştan kaynaklanan bir mücadele etrafında şekillenmektedir. Gelenekçi-mukaddesatçı cephenin önderleri, yenileşme yanlısı yöneticiler ve yükselen bürokrasiye karşı bu mücadelede iktisadi yoksunluk nedeniyle İslam’ı sadece pratikte ve de kısmen yaşayabilen (Hac, hala pahalı bir şarttır) alt ve alt-orta sınıfları kolayca manipüle etmişlerdir. Birçok sebeple kaliteli eğitime mesafeli duran söz konusu sınıflara, toplumsal sıkıntıların İslam’ın aslından kopması (Asr-ı Saadet övgüsü bundandır), teknolojiden arındırılmış ilerleme olgusu, felsefe, materyalizm, İttihatçılık ve ateizm kaynaklı olduklarını belletmede güçlük çekmeyen gelenekçi-mukaddesatçı cephe önderleri; Kurtuluş Savaşı’nın siyasal programı olan Misak-ı Milli ilkelerinin belirlenmesinde Mustafa Kemal’e zorluk çıkarmadılar. Namık Kemal’den sonra Osmanlı siyaseti ve toplumunda olumlu karşılığı olan “vatan” kavramı, böyle olmasını kolaylaştırmıştır.

1922 Haziran’ında Mustafa Kemal ve destekçilerinin içinde kümelendiği Müdafaa-i Hukuk Grubu’na (Birinci Grup) karşı TBMM’de “İkinci Grup” adını verdikleri bir kümede toplaşan gelenekçi-mukaddesatçı cephe önderlerinin hesaplamadığı, Müdafaa-i Hukukçuların padişah yönetiminde farklı dil, din, mezhep ve ırktan insanların uyruğu olduğu monarşik bir devletin arazisini vatan olarak görmedikleriydi. Bu grubun lideri olarak Mustafa Kemal, babadan oğula geçmeyen, egemenlik kaynağı halk olan (ümmetten millete) ve ezici çoğunluğu Türk-Müslüman yurttaşlardan oluşan bir devlet kurmak istiyordu. Padişah ile saltanat ve hilafet kurumunu dışlayan; temeli çağdaşlık, halk egemenliği (demokrasi) ve cumhuriyet (hukuk devleti) olan bu yeni devlet, anlaşmazlığın özünü oluşturmaktadır.

Kısacası sorun, devletin niteliği sorunudur. Aksine onlarca kanıtın varlığına rağmen Türkiye’de iktidar sahiplerinin “Kurtuluş Savaşı bir yalandır”, “30 Ağustos halkı ilgilendiren bir şey değildir”, “Türklüğümün hiçbir faydasını görmedim”, “Cumhuriyet yerine demokrasi”şeklindeki eylem ve söylemlerinin sebebi budur. Böylece yurttaşı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti’ne can veren 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim günlerine tesadüf eden milli bayramlarla birilerinin neden sorunlu olduğu ortaya çıkmış oluyor.

Yılgınlığa gerek yok. Türk siyasetinin odağındaki bu mücadelenin bir süre daha devam edeceği görünüyor.

Prof. Dr. Engin Berber

Milli bayramlarla sorunlu olmak