LİNÇ
Siz hiç linç kahramanı oldunuz mu? Bunu okuyan da, 'Bu ülkede amma da çok linç edilen...
Siz hiç linç kahramanı oldunuz mu? Bunu okuyan da, “Bu ülkede amma da çok linç edilen varmış” diyecek. En iyisi soruyu değiştireyim; siz hiç linç kahramanı tanıdınız mı? O zaman da “Her yerde oluyormuş gibi soruyorsunuz bu soruyu” diyeceğinizi biliyorum. Öyle ya, linç kelimesini yaşamınızda kaç kez kullandınız ki? Bu öylesine her gün, ocakta pişen yemek mi pat diye söyleniverecek. Günlerdir yaşadığımız şu cinnete benzeyen linç girişimlerini okudukça, gördükçe; “Ömer, artık zamanı geldi sanırım, çıkar şu ağzındaki baklayı da meraktan germe adamı” dedim.
Efendim bendeniz de yıllar önce linç edilirken ölümden kıl payı kurtulan, bir linçzedeyim. Bu konuyu pek az kişi bilir. Doğrusu bunu bir kahramanlık vesilesi yapılmasına da karşıyım. Ayrıca bir konuyu, hele bu linç olunca, sık sık dile getirmenin de bir yararı olmaz diye düşünüyorum. Hem ayrıca onca güzel şeylerden söz etmek dururken, değil mi ya.
Yıl 1975, aylardan Şubat. Doğu illerinden birinde bir lisede görevliydim. O yıl, üyesi olduğum mesleki derneğimiz, ülke çapında “Pahalılığı Protesto” mitingleri düzenleme kararı almıştı. Ben henüz genç, tıfıl bir öğretmendim. İldeki dernek yöneticileri, genel merkez kararı doğrultusunda yapacakları eylem için ilin valisiyle görüşmüşler, sonuçta kapalı salonda toplantıya karar vermişler. Mevsim kış, kentte kar kalınlığı ise 50 cm. dolayında. Kente giden kasaba ve köy yollarının çoğu kapalı. Ancak kulaktan kulağa dolaşan söylentilere bakılırsa kent belediye başkanının aşiretine bağlı adamlar, Köy Hizmetleri’ne bağlı greyderlerin özel çabalarıyla yolları açılarak kente getirilip otellere yerleştirilmişler. Cumartesi yapılacak eylemde “komünist” avına çıkarılacak avcı birlikleri; ellerinde sopa, kazma, silah daha ne varsa hazır tutulmaktalar.
Bu duyumu alır almaz valiyle görüşmeye giden dernek yöneticileri, gerekli yardım ve desteği ondan göremeyince toplantı yapmaktan vazgeçerler. Bu haber gelince hepimiz rahatlıyoruz. Cuma akşamı, şehir kulübünde arkadaşların oyunlarını izlemeye gidiyorum. Her ne kadar iptal olsa da herkes gergin bir bekleyiş içinde. Gözüm gelen giden kağıtlarda, aklımsa yarında. Saate bakıyorum, 12’yi bulmuş. Arkadaşım Ferhat, müdür yardımcısı. Okul pansiyonunda kalıyor. Kalkma zamanı geldi. Ferhat,
-Ömer, istersen bize gidelim. Tuncay yok, izne gitti biliyorsun. Birlikte kalabiliriz.
-Olur, hem benim ev arkadaşım da yok, iyi olur diyorum. Birlikte okula varıyoruz. İyi geceler dileyip uzanıyorum ranzaya. Sabahın bize neler getireceğine dair beynime üşüşen sorularla epeyce mücadele ediyorum. Ne zaman uyuduğumu anımsayacak zamanımsa olmadı.
Sabah saatin kaç olduğuna bakamadan gürültülerle uyanıyorum. Bakıyorum, Ferhat benden önce kalkmış. Birbirimizin yüzüne endişeyle bakıyoruz. Neler oluyordu?
Ferhat,
-Ömer, sanırım okulu bastılar. Gürültüler kapının önünde çoğalmaya başlayınca hemen aklımıza arka pencere geliyor. Bu kez cama sıkılan kurşun, umudumuzu suya düşürüyor. Bu arada kapıya yüklenenler var. Sesleri anlamak zor. Düzgün Türkçe ile konuşan biri, “Komünistler bu odada” diye bağırıyor, gelenlere yön veriyor. Daha çok yüklenmeye başlıyorlar. Biz son çareyi ranzayı kapıya dayamakta buluyoruz. Karşılıklı itişip kakışmalar arasında gelen bir silah sesiyle önce ben, ardından Ferhat’ta bir çözülme. Bu boşluktan yararlanan grup kapıya yüklenince açılıyor. Elinde inşaat kazması olan saldırganın ilk hamlesi bana; boyumun Ferhat’tan uzun olmasının verdiği bir avantaj! Sivri uçlu kazmanın beynimi parçalamasına ramak kala hızını kolumla engellemeye çalışıyorum. Ama nafile. Kafatasıma gelen darbeyle önce ben, sonra da Ferhat yere yığılıyoruz üst üste. Yerde ne kadar kaldığımızı anımsamıyorum. Gözümü aralıyorum. İlk hissettiğim yerin buz gibi soğukluğu, onu sırtımda hissediyorum. Sonra da tepemize dikilen adamları görüyorum! Hoyratça kaldırılıyoruz. Sırtımda geceden kalma kırmızı boğazlı kazak, altımdaysa kırmızı eşofman. Tam aradıkları bir tipim. Baştan ayağa kırmızılara bürünmüş kıpkızıl bir komünist. Daha ne olsun ki! Sorgu sual başlıyor.
-Müslüman mısın? Ne bu favoriler? Saçlar niye uzun? Söyle bakalım kelime-i şahadeti…
– Eşhedü en la….Yakamdan asılmalar, favorilerimden çekiştirmeler… Bunalıyorum…
-Siz Ağaoğlu’nu tanıyor musunuz? diyorum. O an, en küçük bir ölüm korkusu gelmiyor içimden. Sanki normal bir zamanda birileriyle tartıyormuşçasına rahatım. Bir yandan da Ferhat’ı sorguluyorlar. Grupta bölünme var. Bir kısmı “Çıkaralım, öldürelim”, diğerleri de “Bırakalım” diyor. Kararsızlar. İşkence sürüyor.
Sonunda beklediğimiz resmi giyimli polis, kapıda görünüyor. Peşi sıra okul müdürü. Kentin yerlisi olan müdürle polis serbest bırakılmamız için adeta yalvarıyor. Grupla tartışma büyüyor. Biz, bu arada kurbanlık koyun gibi acı sonumuzu sakince beklemedeyiz. En ufak hareketimiz grubu azdırabilir. Ve sonunda ummadığımız bir sonuç; serbest bırakma yanlıları, diğerlerini ikna etmeyi başarıyor. Herkes gibi biz de derin bir nefes alıyoruz. İnanamıyoruz.
Saldırganların okulu terk edişi sırasında, gruptan biri elindeki silahı yere düşürüyor. Yanında duran polis,
-Silahını al yerden, diyor.
-Erkeksen sen al, diye yanıtlıyor saldırgan. Poliste ise tık yok.
Sıcaklığı geçince başımda bir ağrı hissediyorum. Elimle yokluyorum, kanlı elimi görünce darbe aldığımı anlıyorum. Tedavi edilmem gerek. Hastane okulun aşağısında. Polis kendi şapkasını başıma geçiriyor. Deri montunu da veriyor. Böylece kamuflaj tamamlanıyor. Ferhat, ben ve polis, birlikte arka sokaklardan her an gelebilecek bir saldırı tehdidi altında hastaneye varıyoruz. Ayakta ilk tedavimiz yapılıyor. Kan dindiriliyor.
Bizi almaya eski model bir jeep geliyor. Önde ben, polis şapkalı, Ferhat, arkada bir öğrencim (sonradan milletvekili oldu), bir de siyah Adana şalvarıyla dikkati çeken saldırganlardan biri. Öğrencimize soruyorum,
-Ne geçti aranızda?
-Sorma hocam, bizim otele de saldırdılar. Camlarımıza kömür kamyonundan kömür atarak kırmaya başladılar. Ben de çıktım, “Gelin erkekseniz buraya” dedim. Bu o… ç… kasığından bıçakladım, diyor.
Adamda hiç tepki yok. Sanırım Türkçe konuştuklarımızı anlamıyordu.
O gün bu olayların benzeri, hatta daha kötüleri kentin birçok yerinde yaşandı. Polis kuvvetleri olayları önleyemedi. Nedenini öğrendiğimizde, ise şaşkınlığa düşmemek elde değildi. Vali, hangi akla hizmetle bilinmez ama en iyi polislerini o gün başka bir ilçeye göndermiştir.
Ancak cumartesi olaylarının tetikleyicisi durumundaki cuma olaylarına dikkatinizi çekmem gerekir. Kentin en büyük camisinde, cuma namazına gelen (aralarında saldırgan grubun da bulunduğu) cemaate vaaz veren hatip insanları galeyana getirmek için çoğu yerde yapılan taktiğin bir benzerini yinelemiş; halka camiyi derhal boşaltmalarını, komünistlerce camiye bomba konduğu yönünde ihbar aldıklarını heyecanlı bir şekilde söyleyerek tansiyonun bir anda artmasını sağlamış. Böylece bu uyarıyı duyanlar öfke içinde camiyi boşaltır. Öte yandan “Komünistlere ölüm, yaşasın şeriat!” sloganları atarak kent sokaklarında gövde gösterisi yaparlar.
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer. Şimdi yaşananlara bakıp da hayıflanmamak elde değil. Aradan tam kırk yıl geçmiş. Ancak toplumumuzun linç hevesi henüz geçmemiş! Ne kadar linçsever bir toplumuz biz!
Şimdi bir de başımıza yeni Papa meselesi çıktı ki sormayın gitsin. “Papa’yla linç işinin ne ilgisi var?” diye sormayın, bal gibi var. Bir düşünsenize, adamlar “Bir bahane bulsak da şunları AB kapısından def etsek” diye bakıyorlar. İşte bahaneleri de hazır. Bu Türkler kendi insanlarını, fikirleri nedeniyle linç ediyorlar. Yarın bunlar, kutsal Papamızı da alimallah, “Türkleri aranıza almayın” dedi diye Vatikan Meydanı’nda linç etmeye kalkarlarsa diye düşünmediklerini kim garanti eder?
Bakın söylüyorum, bu linç işi şakaya gelmez. Herkes de benim kadar şanslı olmayabilir. Hepimiz birbirimize muhtacız. Bir yanda Çanakkale’de birlik nutukları dinlerken bir yandan da sokakta insan avına çıkan bir toplumsal çılgınlığın önüne geçecek tedbirleri acilen alacak akl-ı selim sahibi yöneticilere gerek yok mu sizce? Bu söylediklerimi kim dinleyecek bilmem ama doğrusu linç adını duyunca sizi bilmem ama benim tüylerim diken diken oluyor.
Linç girişimini kaç kez yaşadığını bilmem ama aklıma nedense Çetin Altan usta geldi. O hep, “Enseyi karartmayın” der. Evet, biz de karartmayacağız karartmasına da ancak görünen şu ki; imam gene bildiğini okuyor! Adam demiş ya, “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur”
Bakmadan Geçme





