Kıbrıs'tan iz düşümleri -2

Uçak alçalıyor sisin içinde. Denizi görmeden, karayı görüyoruz. Biraz daha alçalıyor ve yere dokunuyor tekerlekler. Hep...

Uçak alçalıyor sisin içinde. Denizi görmeden, karayı görüyoruz. Biraz daha alçalıyor ve yere dokunuyor tekerlekler. Hep heyecanlanmışımdır ilk defa bir yere gittiğimde. Oraya dair bilinmedikler, beni çok dikkatle her şeyi izlemeye yönlendirir. Oysa ablamın deyimiyle aslında her yer, birbirinin benzeri. Ya da bir süre sonra alışınca her şehir birbirine benziyor. O bilinmezlik, yerini aşina olduğun şeylere bırakıyor belki de ondan.

Tabi Kıbrıs’a inmemizle bir anda bir saat geri kayıyor zaman ve bir süre saate adapte olabilme kargaşası yaşıyoruz.

Kızım karşılıyor Lefkoşa’da bizi. Biraz dinlendikten sonra kahvaltıya gidiyoruz. Hamur’da oraya özgü soslu börek yiyoruz yanına aldığımız diğer şeylerle. Yediklerimizin lezzeti, ortamın sakinliği cezbediyor bizi ve kalkmak istemiyoruz. Önce damağımızı hoş ediyor Lefkoşa.

Sonra keşfediyoruz geri kalanları kaldığımız müddetçe.

Oturacak yer bulamadığımız Dereboyu’nun canlılığını öğrenciye borçlu olduğunu görüyoruz, akşam gezintimizde. Bir sonraki gidişte yolumuzu Barbarlık Müzesi’ne düşürüp acılarla yoğrulmuş bu toprakların geçmişine doğru kısacık tazeliyoruz belleğimizde yer alanları…

Girne Kapı, cezbediyor bizi.

Dr. Fazıl Küçük’ün müzeye dönüştürülmüş evini ziyaret ediyoruz yol üstünde. Sonra taş binaların, cumbalı evlerin, sütunlu, kemerli yapıların büyüsüne kapılıp adım adım dolaşıyoruz.

En çok Selimiye Camii ve Bedesten etkiliyor bizi. Adeta birkaç kültürün sentezi. Bedesten (Aziz Nikolas Kilisesi), 13-14. yüzyıllarda Bizans ve gotik mimari özelliklerinin bir arada kullanıldığı, önce kilise olarak, Osmanlı döneminde bedesten olarak hizmet vermiş, şimdilerde ise sanat etkinliklerine ev sahipliği yapan, özellikle taç kapısındaki taş işçiliği ile büyüleyici bir yapı.

Selimiye Camii, 1208-1326 yıllarında Luzinyanlar tarafından Kıbrıs krallarının taç giydikleri katedral olarak yapılmış. II. Selim döneminde, 1571’de ada fethedilince camiye dönüştürülmüş. Tamamlanmamış çan kuleleri üzerine minareler ilave edilmiş. St. Sofia olan ismi, uzun süre Ayasofya olarak anılan mekanda özellikle dış cephelerde ve pencerelerde etkileyici bir taş işçiliğini barındırıyor.

Biz de taş işçiliğinin cazibesine kapılıyoruz bir süre. Her baktığımız yerde ayrı bir detay karşılıyor bizi ve alıp götürüyor tarihin gizemli sayfalarına.

Her adımda ayrı bir tarihi yapıya merhaba diyoruz. Büyük Han, bunlardan biri. Ayrı bir albeniyle karşılıyor kendine gelenleri. Günün hediyelik eşyalarının satıldığı bir mekana dönüşmüş olsa da oraya sinmiş eskimişlik kokusu buram buram insanın genzini yakıyor.

İlerliyoruz ve Kumarcılar Hanı önünde sokak ortasına serpiştirilmiş minik masalarda oturup yudumluyoruz limonatamızı ve dinlenme fırsatı oluyor bu bize.

Elbette çarşıyı da ziyaret ediyoruz. Cıvıl cıvıl bir ortam. Turist kafilelerinin istilasına uğramış. Dükkanlardan dışarı taşan ve içeridekilere dair ipucu veren ürünleri inceleme derdinde insanlar. Gidilen yere ait, özgün bir şeyler seçebilme adına bir çaba var. Benim de küçücük bir dükkan dikkatimi çekiyor. Hepsinden farklı. Daha çok el işçiliği, işleme tarzı şeyler teşhir edilmiş. Elde yapılmış kolyeler, Kıbrıs’a özgü işlemelerden yapılmış panolar. Sahibesi ile tanışıyoruz. 76 yaşında ama dinamik, gençlere taş çıkartacak bir hanım. Önceleri kendi yapıyormuş bu işleri. Türkiye’de sergiler açmış. Yaptığı işleri başkalarına ve yarınlara bırakmak adına dergi haline getirmiş. Artık kendisi yapamasa da yaptırarak bu geleneğin devamına çalışıyor. Dükkan içindeki kedilerle de ayrı bir profil çiziyor bize. Ve azmin yaşa bakmadığını, içindeki enerji ile ilintili olduğunu bir kez daha somut olarak görüyoruz. 16 yaşında yapamazsın diyenleri dinlemeyip kurduğu işini hala bilfiil yürütüyor. Munise Hanım’ı tebrik edip ayrılıyoruz oradan…

Tabi günlük yaşantısından da bahsetmek gerek Lefkoşa’nın. Müstakil evlerin küçücük bahçeleri, çeşit çeşit çiçeklerle bezenmiş. Kızımın oturduğu sokakta erkenden kalkan ev sahipleri, önce bahçelerini temizliyor. Malum sonbahar ve ağaçlar yaprak döküyor. Sonra çıkıp kaldırımları süpürüyorlar. Bu manzara, beni çocukluğuma götürüyor. Pazar günü ise neredeyse her evin önünde arabalarını yıkarken görüyorum sokak sakinlerini, alışkanlık herhalde. Sonra adımımızı daha yola atmadan duran arabalar ve ters akan trafik…

Tabi ki bunlarla sınırlı değil anlatılacaklar ama sözü çok uzatmamak gerekiyor, gerisini gideceklere bırakarak…

kaç kapı çalınışına koştu bir kadın

kaç kez taş döşeli kaldırımda

tökezledi bir çocuk

kaç kez bu cumbadan

seslendi torununa bir nine

kapı girişindeki ayrıntıları yerleştirirken

ne düşünmüştü mimar

ya o oymaları yapan usta

nereye konacağını

eserinin ne kadar yaşayacağını hayal etmiş miydi?

İnce bir sızı şimdi evin bağrında

merdivenlere yığılmış çöpler

ses vermeyen duvarlar

dökülmeye dönmüş boyalar…

hayaletlerini bile özlüyor şimdi

kırık beşiği, devrilmiş küpü

kırılmış camı

nerede bu evin serencamı…

Bakmadan Geçme