Kıbrıs'tan iz düşümleri-1
bir gemi Akdeniz sularında kırmızıyla maviyi yarıyor bir gemi martılar eşliğinde yol alıyor… kaçıncı liman bu...
bir gemi Akdeniz sularında
kırmızıyla maviyi yarıyor
bir gemi
martılar eşliğinde yol alıyor…
kaçıncı liman bu kaptan
kaçıncı selamlayış
kale burçlarını
kaçıncı ayrılış…
korsan toplarının dövdüğü
güngörmüşten kaçıncı gidiş
liman ucundaki yalnızı
kaçıncı terk ediş
söyle kaptan
bu
zamanda kaçıncı yitiş…
Girne’nin mavi süslü beyaz evleriyle donanmış sokaklarından sahile iniyoruz. Bodrum havası var burada. Hiç yabancılık çekmiyorum. Sanki defalarca gittiğim, aşina olduğum bir yerdeymişim gibi. Liman, ilerisinde kale, tıpkı Bodrum’daki gibi…
Durup derin derin soluyorum deniz havasını. Martıların çığlıkları yükseliyor öte taraftan. Cildimizi okşayan rüzgar; denizin nemini, ferahlığını taşıyor. Dalgalar yıkıyor kıyıyı.
Limana doğru ilerledikçe kalabalık artıyor. Zamana meydan okurcasına limanın dibinde duran fener, bize göz kırpıyor adeta. Ona doğru ilerliyoruz hoş bir müzik eşliğinde. Akordeon ile çok aşina olduğumuz ezgileri çalıyor fenerin dibinde bir sokak müzisyeni. Gelen geçenin bıraktığı birkaç kuruşa razı…
İnsanlar fotoğraf çekilme yarışında. Biz de onlara karışıyoruz ister istemez. Size de olmuş mudur bilmem ama bir anda kendinizi ortamda ne yapılıyorsa ona adapte olmuş ve aynını yapıyor buluyor insan bazen. İşte öyle bir an yaşıyoruz. Pırıl pırıl bir hava ve müthiş bir manzara, kaçırmak istemiyor insanlar.
Elinde kırmızı kalp bir balonla ayakları yerden kesilmiş bir kız sevgilisine pozlar veriyor. İpin ucundaki balon, adeta fenere aşk-ı ilan ediyor ve rüzgarla salınıyor, fenerin taş duvarlarına yapışıyor ve sönüyor kızın hayal kırıklığı ifadeleri eşliğinde. Gülüyorum bu hale. Bizi bekleyen ve daha fazla güleceğimizi bilmeden…
Limanın ilerisine doğru ilerliyoruz, demirlemiş rengarenk teknelerin eşliğinde. İlerimizde zemin ıslak neden acaba diye merak ederken kendi içimde, dalgakırandan aşan büyük dalganın suları, üzerimize boca oluyor. Arada karaya gelişini büyüten deniz geri çekiliyor ardından. Ama bizim kaçışımız görmeye değer. Çevredekilerden daha çok kendimiz gülüyoruz halimize. Islanan ceketlerimizi elimize alıp kaleye doğru yön değiştiriyoruz.
Kızım ve ev arkadaşını dışarıda bırakıp ablamla devam ediyoruz. Kale kapısından girerken kendimi tarihe, geriye doğru yolculuğa çıkıyormuş gibi hissediyorum. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden İngiliz, Osmanlı, Venedik, Lüzinyan, Bizans dönemine doğru…
Kapıdan içeri girdiğimiz andan itibaren attığımız her adımda tarihin imlerini topluyoruz. Saint George Kilisesi’nden Osmanlı izlerine, arkeolojik kalıntılardan dünyanın en eski batıklarından birinin orijinal kalıntıları, amforalar, dibek taşları, gıda kalıntılarına kadar pek çok tarihe tanıklık etmiş buluntuyu inceliyoruz. Serde tarihçilik olunca her detay ilgimi çekiyor. Her dönem süse ve kokuya meraklı kadınların yaşanmışlıklarını taşıyor adeta takılar ve parfüm şişeleri…
Merdivenlerden surlara tırmanıyoruz. Her adımda liman ve deniz manzarasının tadına varıyoruz. Müthiş bir etki bırakıyor insanda. Bu gün -geçmiş, kara, deniz, liman- martılar, köpük köpük kıyıya ilerleyen denizin sesi. İnsanlar karelere hapsetmeye çalışıyor tüm bunları…
Tekrar kale içine indiğimizde sarnıçtan çıkan bir gencin “sudan başka bir şey yok” demesi güldürüyor bizi. Sarnıçta başka ne bulmayı umuyordu bilmem ama sarnıcın manasını da bilmediği de aşikar…
Ne burçlardaki toplar, ne daracık pencerelerden ancak dış dünyaya açılan mekanlar, ne insanı ürküten galeriler, en çok kuyu şeklinde yapılmış işkence hücreleri sarsıyor beni. Özellikle soyluların 1300’lü yıllarda kraliyet ailesi mensupları ve şövalyeler cezalandırılmış, akla gelmeyecek en vahşi biçimlerde insanlık sukut etmiş…
Yalnızlığın dili olsa
susar mıydı?
yâd ellere satılmış
kör kuyulara atılmış
bir kölenin kalbinden
dışarı taşar mıydı?
çıkrıklarda azaptan
azat yolunda
acının tekliğinde
hisseder miydi çokluğu? çoğalmayı…
akmayan yaşa
konuşmayan dile
lakin haykıran bakışlara bakıp da
isyan eder miydi?
İnsanlık, isyan günlerinde
susar mıydı?
Yoruluyor dimağımız. Güne dönüyoruz ve günü güzel bir mekanda yemekle bitirmek gerek. Kızım bizi denize nazır Eziç’e götürüyor. Manzaranın tadını çıkara çıkara, giden gemiye el sallayarak yemeğimizi yiyoruz. Gördüklerimizi de hazmetmeye çalışarak…
Lefkoşa’ya dönme vakti geliyor. Tüm yaşanmışları ardımıza atıp kendi yaşadıklarımızı anı höyüğüne katıp yola koyuluyoruz. Bu aynı zamanda kısa bir süre de olsa akşamın çöktüğü, günün yittiği bu demde içimize doğru da…
Bakmadan Geçme





