KARADUT
Geçenlerde değerli yazar dostum Etem Oruç'un çocukluğuna ilişkin bir karadut hikâyesi dinleyince dutla ilgili benim de...
Geçenlerde değerli yazar dostum Etem Oruç’un çocukluğuna ilişkin bir karadut hikâyesi dinleyince dutla ilgili benim de anlatmam gerekenler var deyip klavyenin tuşlarına sarıldım.
Dut ağacı türkülerimize, şiirlerimize konu olmuş çok yaygın bir ağaç olması çağrışımının zenginliği kadar meyvesinin lezzetinden de gelir. Bir şarkıda gül ağacı olmuş başka bir şarkıda dut ağacı, bu da ilginç geldi bana. Ama en ünlü dut şiiri sanırım Bedri Eyüboğlu’nun Karadut ‘udur. Ona da yeri gelince paylaşalım.
İlk olarak benim dut hikâyemi anlatayım.
Yıl 1975. Muş’tan kaçıp kurtulduktan sonra Eskişehir’e 150 km. uzaklıkta, Arayıt Dağı’nın eteğine kurulmuş eski adı Holanta yeni adı Kayakent olan kasabaya atandım. Sonraki adıyla özdeş gerçek bir Yörük köyü. Kuran kursu binasından çevrilme bir ortaokul var. Okulun karşısında da cami. İki derslikli binanın yanında da eski muhtar odasını ortaokul müdürüyle katibine tahsis etmişler. Tabanı tamamen toprak, bastığın ince kum burun deliklerinizi dolduracak türden. Kurs binasına ait küçük bir bahçe var. Okul duvarına yaslanmış, yaşlıları deyimiyle asırlık dut ağacı da tek yeşilliğimiz! Ne zaman dutlar eriyor, bizim de yüreğimizin yağı eriyor. Köyde doğru dürüst meyve ağacı olmayınca tüm çocuklar duta saldırıyor. Haliyle ağaca tırmanmayı başaranlar soluğu binanın çatısında alıyor. İlk yıl kırılan kiremitlerin yerine yenisini koymakta çok zorlandık, para pul yok ki yenisini alalım.
Ertesi yıl benzer sorunları yaşamamak ve okulun yakacak gereksinimini de karşılamak amacıyla hizmetliye dutu kes dedim. Vay, sen misin bunu diyen! Cami cemaati ellerinde bastonlarıyla okulu bastı birden. Kendilerine ağaçsız bahçeye ağaç fidanı getirtip dikeceğimi söylesem de dinleyen yok. Sonunda köyün eski muhtarlarından rahmetli Mehmet İrdelp abiyi çağırttım. Köyün fotörlülerindendir. İki kızını da ortaokulda okutuyordu. Onun gelmesiyle olay yatıştırıldı, ben de dediğim gibi sadece okul bahçesine değil koca Arayıt dağına sekiz metrelik Kayakent yazısıyla birlikte halkın piknik yaptığı bir koruluğu öğrencilerimle kurdum, o köyden öyle ayrıldım. Gerçekte bu köyde kaldığım üç yıl boyunca anlatacak daha çok hikâyem var ya, onları da bir başka zamanda anlatmak kısmet olur umarım.
Gelelim Etem Oruç’un öyküsüne:
Etem bey bir arkadaşıyla karadut toplamaya gider. Bir hayli karadut yerler. Bu sayede ağızları burunları kara lekelerden görünmez olur. Birbirilerine bakıp gülerken bir yandan da evden yiyecekleri zılgıtı düşünürler. Can havliyle lekeleri temizlemeye girişirler. Ancak ne yapsalar nafile, lekeler çıkmak bilmiyor. Lekelerle boğuşurken yanlarına yaşlı bir Yörük nine gelir. Onların bu telaşlı hallerine bakarak, “Siz hangi ağaçtan dut yediniz?” diye sorar. Etem ağacı gösterir. Bunun üzerine, “Gidin o ağaçtan yaprak toplayıp getirin,” der.
Yaprakları taşla iyice ezdikten sonra suya atar Yörük nine. Su birden köpürür. Bunun üzerine “Şimdi elinizi yüzünüzü bu suyla yıkayın,” der. Bütün lekeler birden yok olur. Yörük ninesi yanlarından ayrılırken onlara tarihi bir öğüt verir: “Doğa her çareyi kendi içinde barındırır.”
Geçenlerde bir tesadüf mü ya da iyi olacak hastanın ayağına doktor gelirmiş mi desem, hastanenin kantininde karşılaştığımız bir Brezilyalı hanımefendiden hemoterapi adıyla bilinen bir tedavi yöntemini öğrendim. İnsanın kendi kanı hastalıklarının tedavisindeki en etken maddeymiş! Merak edenler internetten sorgulayabilir. Yörük ninenin anlattığına o denli uyuyor ki, inanılmaz.
Bu kadar hikâyenin ardından Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun (1913 – 1975) ünlü Karadut şiiri iyi gider:
KARADUT
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın, ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum,
Gökte ararken yerde bulduğum,
Karadutum, çatal karam, çingenem,
Daha nem olacaktın bir tanem?
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Şiirin gerisini de siz arayıp okuyun, derim…