Kadınlarımız

Eski zaman beyleri ya da hatunları, sohbet meclislerinde muhabbet demine başlamadan önce “Nasılsın?” sorusu yerine “Hoş...

Eski zaman beyleri ya da hatunları, sohbet meclislerinde muhabbet demine başlamadan önce “Nasılsın?” sorusu yerine “Hoş musun?” diye sorarlarmış. Hoş kalmak ile mutluluk aynı kavramlar değil, hoş olmak mutluluktan çok daha geniş anlamlara sahipmiş.

Hoşluk, bir şeyler iyi gitmese de anlayışlı olmayı, sakin kalmayı, arifane edayla etrafı gözlemlemeyi başarabilmektir. Yuhalamak ya da şakşaklamak yerine tarafları dinlemek, toplumu tetkik etmek, sözün ferasetlisini söylemek, adaletli davranmak en güzeli…

Kuran-ı Kerim’de Maide Suresi 8.ayetteki “Ey iman edenler! Adil olun. Bir gruba olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin” ikazını bir ilke olarak kabul ediyorum. Neden bu ilkeyi önemsiyorum; çünkü bugün 10 Aralık İnsan Hakları Günü.

“Haklarımıza, birbirimize saygı var mı?” sorusunu isterseniz hep birlikte sorgulayalım.

Yakın zaman önce dost meclisinde konu, döndü dolaştı ve sokak ortasında başörtülü kadına başörtülü olmayan başka bir kadının yumruk atması haberini kendimizce irdelemeye başladık. Dostlarımızdan biri, “Oh olmuş, hamam böceklerinin iyice biti kanlandı” yorumunda bulundu.

Bir kadının bir başka kadına şiddet uygulamasını, diğerinin de taraf tutup “Oh olsun” diye gaz vermesini doğru bulmuyorum. Doğru bulmuyorum derken bu yorumu yapanı da yuhalamayı tasvip etmiyorum. Nefsi müdafaada bulunmak için ama, fakat, lakin ile yapılacak gerekçeler de olayı örtbas edemez diye düşünüyorum. Ne olursa olsun, kime yapılırsa yapılsın hakaret etmek ve şiddet uygulamak, hiç de insani değil.

Başörtülü kadınlarımız, 1997 yılının 28 Şubat siyasi kararları gereği yaşanılan mağduriyetler sonrasında çok üzülüp yıpratıldılar. Okullara, iş yerlerine alınmadılar. Kimi intihar etti, kiminin yuvası yıkıldı, kimi siyasi mağduriyetler sebebiyle işsiz kaldı. Nihayetinde yaklaşık son yirmi yıldır başörtülü olanlar toparlandılar, güçlendiler. Eğitimden siyasete pek çok mevkide artık başörtülü kadınlarımız da yer alabiliyor. Kimi hakikaten çabalarıyla, emeği ile bir yere geldi; kimi de ne yazık ki adamcılıkla, parti kanalıyla bir yerlere getirildi.

Din, her zamankinden fazla konuşulur fakat az yaşanır oldu. Anadolu dindarlığı dediğimiz samimiyet ve öze bakış epey azaldı. Teknolojinin verdiği rahatlığı herkes ilim için kullanmıyor. Gayriahlaki yaşamı başörtülü kadınlarda da görmek, ilginç zamanlarda olduğumuzu kanıtlıyor. “Yok artık daha neler” dediğimiz olayların farkındayız. Bu farkındalık, ister istemez toplumsal tepkilere yol açıyor ve işte son örneğini İstanbul’da sokak ortasında kadının sinirlerine hakim olamayıp yumruk atmasını, başörtüsünü yırtmak istemesinin bilinçaltını zihinsel kodlarını iyi okumak gerekiyor. Bir öfke nöbeti ya da sinir krizi olarak değerlendiriyorum. Anlamaya çalışıyorum. Adaletsizliklere bir başkaldırı olarak yapılan bir eylem olarak nitelendiriyorum. Meselenin sadece başörtü düşmanlığı ya da din düşmanlığı olduğunu zannetmiyorum. Daha derinlerde sorunun köklerini araştırırsak görünenin ardında görünmeyen gerçekleri bulabiliriz.

O yumruğun anlamı; kıyafetin, duanın, peygamberin ardına saklanıp haksızlıklar, gayri edebi davranışlarda bulunmaya karşın başkaldırmak da olabilir.

Ne olursa olsun böylesi yaklaşımlar, elbette ki tasvip edilemez. Aynı şekilde şort giydiği için tartaklanan kadının da hakları olduğunu unutmamak gerekiyor. Açık giyimli, laik ya da inançsız diye yuhlamak, şiddet uygulamak, hiç de ahlaki ve dini değil, haksız mıyım?

Laiklik dinsizlik değil, dindarlık da kindarlık değil…

Siyasi ya da inançsal anlamda aynı safta olmasak da insan hakları, özgürlükler anlamında hepimizin aynı şartlarda yaşamasını, özgürce fikir ve kıyafetlerini seçmesini destekleyenlerdenim.

Bu bakımdan birbirimize “Neden böyle giyindin?” ya da “Neden böyle düşüncelerdesin?” deme lüksümüz ve üstünlüğümüz yok. Lakin adaletsizlikler karşısında adaleti, ahlaksızlıklar karşısında ahlakı savunmak insani vazifedir. Bu insani vazifeyi yerine getirirken şiddetten, kavgadan ve de hakaret etmekten uzak kalmalıyız ki başka adaletsizliğe, başka gayriinsani durumlara kapı açılmasın.

Bir kişiye, bir gruba kızgın ya da öfkeli olabiliriz. Kimi de Atatürk’ün, laikliğin arkasına saklanıp nice yanlışlıklar, haksızlıklar yapıyor. Kızgınlığımızı, kırgınlığımızı herkesi genelleyerek “Sen onlardansın”, “O şunlardan” diye sınıflara ayırdığımızda ister istemez başka haksızlıklar, adaletsizlikler meydana gelir. 2

Osmanlı Kadını-Cumhuriyet Kadını ayrımından da rahatsız oldum. Dışlanmak, ötekileştirilmek kadar aynı şekilde dışlamak, ötekileştirmek de çok ama çok acı…

Kadınların birbirini saf dışı etmesinden dolayı mutlu olamıyorum. Kadınlarımız demeyi seviyorum. Hangi kıyafeti giyerse giysin, hangi inançta ya inançsızlıkta olursa olsun, ne olursa olsun kadınlarımız diye kucaklamak, vazgeçilmez değerimiz olsun. Misyonumuz, kardeşlikten ve insan sevgisinden yana olursa zorluklar kolaylaşır diye düşünüyorum. Sufi öğretileriyle dünya vatandaşı olmuş Mevlana Celaleddin-i Rumi, “Başarı bir seyahattir, hedef değildir” derken “Sonuçlara takılmayın, elinizden geleni yapmanın hoşluğunu yaşayın” der.

“Mutlu musun?” sorusuna anlattıklarım bağlamında verilecek cevap, “Hoş görmeye, hoşluk içinde yaşamaya gayret ediyorum” olabilir. Tasavvuf ile ilgilendikçe şekilden öze, yüzeysellikten derinliğe yolculuklar başlıyor. İçsel seyahatlere, ruhen beslenmelere ne kadar çok ihtiyaç olduğunu güzellik merkezlerinde botokslanma sırası bekleyen kadınlarımızın hal dili anlatıyor. Yüzünde botoks olmayınca, burnuna estetik operasyon yaptırmayınca hoşluk içinde olamayanların sayısı çoğaldı. Sakinlik, hırçın söylemlerin yerini alıyor. Her şeyden mutlu olamayız el hak ama kendimizi ve her şeyi hoş görebiliriz.

Siyasetçiler, güzellik uzmanları ve feminist söylemler, kadınlarımızın başına geçirilmiş çorabı halen çıkaramadı. Sanırım artık hoş görünmek, hoş görmek ve hoşgörülü olmak, sufi öğretilerle ve tasavvufi eğitimle hemhal olmaktan geçiyor, siz ne dersiniz?

Bakmadan Geçme