Işık yahut tünelin sonu
Şehirlerarası yolculukları bilirsiniz. Uzun, upuzun yolculuklar. Trenle gidiyorsanız farklı, otobüsle farklıdır. Uçakta iseniz kısa bir süre...
Şehirlerarası yolculukları bilirsiniz. Uzun, upuzun yolculuklar.
Trenle gidiyorsanız farklı, otobüsle farklıdır. Uçakta iseniz kısa bir süre sonra ayaklarınızın yere basacak olmasının heyecanını duyarsınız.
Bir pencere kenarı, elinizde kitabınız ya da bir parçasını çözdüğünüz bulmacanız. Şimdilerde otobüs ve tren yolcuları, genellikle bir telefon, kulaklarında da kulaklık ya konuşuyorlar -ki insan, onların kendi kendine konuştukları hissini kapılıyor- ya da hızlı hızlı bir şeyler yazıyorlar ki o parmakların hızı baş döndürüyor.
Birkaç sayfa okuduktan sonra bir cümle belki, belki de bir söz sizi alıp akıp giden rayların üzerine bırakıveriyor.
Dış cephelerine yazılmış duvarlar görüyorsunuz, resimler. Eskimiş, yakılmaya yüz tutmuş evler. Yaşlıca bir adam, el arabasına yüklediği hurdaları taşıyor ağır ağır.
Bir istasyona geliyorsunuz, elindeki tepsiden mis kokularıyla simitler gözünüze ilişiyor. O adam için çoluk çocuğuna ekmek götürmek; simit, ayran demek.
-Simittttt,ayran… diye biraz üst perdeden sesiyle satışa başlıyor biri.
Yıllar öncesinin siyah beyaz filmde kalmış sokak satıcılarını anımsıyorsunuz, en çok da melodramlardadır bu tür sahneler. Ya bir tıraş bıçağı satıyordur yahut bir dikiş iğnesi kutusu. Birbirinden hoş, birbirinden alımlı, ilginç reklam cümleleri dökülmektedir satıcı jönün dilinden. Etraftakiler, biraz meraklı biraz da hayran seyrindedirler.
İşte tam da öyle biri fakat filmlerdeki jönler kadar genç ve yakışıklı değil, orta yaşın yıllarını çoktan geride bırakmış. Yüzünde saç ve sakal birbirine karışmış, belki de emekli maaşıyla geçinemeyen, ek gelir peşinde bir aile babası. Durup vagonun ortasına başlıyor,
-Sevgili bayanlar baylar…
Siz, daldığınız manzaradan başınızı çevirip gülümsüyorsunuz. Az önce asıktı yüzünüz, öyle olmalı biraz geçmişe gitmiş -ki bu son derece hoş ve bedavadan bir anımsamadır- olmanın mutluluğu bir kelebek gibi konuyor yüzünüze.
İnsan belli bir yaşa gelince -ki o yaş kırıklı yılların üstüdür- etrafına biraz daha duyarlı oluyor. Hal öyle olunca yani dert yaşlılık olunca hastane, ilaç, doktor muhabbeti de çoğalıyor. Haliyle oralara daha bir yolunuz düşer oluyor. Kim hangi hastalığa yakalanmış, hangi doktora gitmiş, hangi ilaçlar kullanmış, kimin hastalığı ne kadar sürmüş, neden ölmüş, nereye gömülmüş… Hepsine dair o kadar çok şey dinliyorsunuz ki tüm bunların bir bölümünün zihninizde yer tuttuğunu sonradan fark ediyorsunuz.
Uzun, hani o uzun, upuzun yolculuklarda metrelerce uzayan bir tünele girersiniz ya, işte öyle… Zaman zaman çevreden duyulan hastalık, ölüm, kaza haberleri, insana kendini bir tünele girmiş gibi hissettiriyor.
Acaba ne zaman diyorsunuz şu soğuk beton duvarların arasından çıkıp yeşile göreceğim, ağaçları; maviyi, denizi, gökyüzüne göreceğim?
Yaşam, bir yol. Her istasyonda inen de var binen de. Binenler, yolculuğun çilesine daha ilk nefeste duymaya başlıyorlar.
Yolculuğunu bitirip bir istasyonda inenlerden geriye çokça hüzün kalıyor. Bir de zaman içerisinde unutulacak, sararacak anılar yumağı. Ki onlar da gün gün azılıyor belleğimizde.
Dostlar unutmayın, tünelin ucunda bir ışık, yeşil ve mavi hep var.
Sevgi, dostluk ve umutla.
İyi haftalar…
Bakmadan Geçme





