'Hiç Eskimeyen Bir Yazı'(*)
Sizden küçük bir ricam olacak ey okurum: N'olur biraz dişinizi sıkıp, aşağıda alıntıladığım yazıyı tüm dikkatinizle...
Sizden küçük bir ricam olacak ey okurum: N’olur biraz dişinizi sıkıp, aşağıda alıntıladığım yazıyı tüm dikkatinizle okuyun! Alıntı şöyle:
”Biz Hayat İçin Öğreniriz”
Tüm çağların gerçek akademisyenleri, gerçek bilim insanları yaşamı öğrenmek, yaşamı kolaylaştırmak, kimi zaman ise salt içlerinde zaptedemedikleri “bilmek isteği” için bilim ile uğraşmışlar, doğanın, biyolojinin gizli sırlarına ulaşamışlardır.
Ülkemiz akademik yaşamında, elbette genellemeler yapılamaz ancak önemli ölçüde isimlerin başlarına gelen “ön ekler” için makale yazılmaya çalışıldığı açıktır. Akademisyenler doğal olarak da bu yolla hakettikleri ünvanları aldıklarında yani doçent olduklarında bilimsel makale yazma motivasyonlarını yitirirler. Profesör olmak çin ise çoğu zaman makale yazmaya bile gerek yoktur, çünkü ülkemizde bu ünvanlar akademik olarak alınamazlarsa “mahkeme kararları” ile alınabilirler.
Bu süreç bir tek şeyi işaret ediyor. “Halen bir bilim toplumu olmanın çok uzağındayız…” Derdiniz yoksa, yanıtlanmasını beklediğiniz sorularınız yoksa, yaşamdan bir alıp veremediğiniz yoksa soru sormaz, yanıtların peşine düşmezsiniz.
Ülkemizde üniversitelerin ve toplumun temel eksiği budur.
Ülkemiz üniversiteleri, sorgulamayan, sormaya cesaret edemeyen, itaat ilişkisi ile yürüyen “medrese” kültüründen, muhalif, dünyayı değiştirme iddiasında olan “üniversite” kültürüne geçememenin sancılarını yaşamaktadır. Biz yıllarca üniversite öğretim üyeliğini bilgilerini meslektaşlarına aktarmak olarak gördük. O bilgilerin üzerine yenileri eklemenin esas görevimiz olduğu çok sonraları aklımıza geldi. Şimdi biraz “zorla” bilim üretmeye çalışıyoruz. Ama bu zorlama yine “gerçek” yaşamdan kopuk, çoğu kez kimsenin umurunda olmayan makaleler yazmanın ötesine geçemiyor.
Akademisyen kimliğimizi halen “miş” gibi yaşamayı sürdürüyoruz. Kabul etmeliyiz ki bu ülkenin insanları olarak bizler genellikle gerçekle değil, onun sanal yansımaları ile uğraşıyoruz. Yıllarca kullandığımız “Türkiye’nin majı” safsatası işte budur. Görmek istemediklerimizi görmüyor, onun yerine “imajını” değiştirmeye çalışıyoruz.
Çocuk annesinin yanında zorla yürüyor ve şikayet ediyordu. “Anneciğim ayakkabım vuruyor, canım çok yanıyor”. Kadın telaş içindeydi, duymak ve anlamak istemiyordu. “yürü hadi, vurmaz, vurmaz!”
Akademisyenimizden, yöneticimize, sıradan yurttaşımızdan, en iyi eğitimlimize kadar büyük çoğunluğumuzun “gerçeğin algılanması” ile ilgili sorunları var.
Yaşamlarımızı hep “miş” gibi yaşıyor ve ne yazık ki öyle tüketiyoruz.
*****
Üniversitelerimiz ne durumda? Hergün yaşadıklarımız yukarıda anlatılanların, yazılanların tümüyle gerçek olduğunu ele veriyor. Sorun, kökte. Sorun, derinde yatıyor.
*****
Geçen yıllarda Ankara’da yayımlanan Öğretmen Dünyası dergisine değişik ülkelerdeki eğitim sistemlerini anlatan İngilizce’den yaptığım çevirilerim yayımlanmıştı. Bu sırada İsrail’in diğer ülkelerden farklı olduğunu gördüm. Üniversite; kurulduğu yerin tarımını, sosyal hayatını değiştirmekle görevlendirilmişti. En fazla bir ya da iki konuya ağırlık verilmişti.
*****
Çetiner, 2009 yılında yapmış bu uyarıları, saptamaları. 9 yıl sonra yine paylaştı. Bence; üniversitelerimiz toplum yaşamına dönük çalışmalara yönlendirilmeli, alanda cirit atmalı, üretimi arttıracak yeni yöntemler bulmalı…
*****
Üniversitelerimiz, daha genel anlamda eğitim yaşamımız için “Hayat için öğrenme”nin değiştirici, dönüştürücü gücüne yaslanmamız çıkış yolu olabilir…
_____________
(*) Mustafa Çetiner, “Güncel Tıp” köşesi, HERKESE BİLİM TEKNOLOJİ Türkiye’nin Haftalık Bilim, Teknoloji, Kültür ve Eleştirel Düşünce Dergisi, 11 Ocak 2019, Sayı: 146, s: 19, “Hiç Eskimeyen Bir Yazı…” başlıklı yazıdan.
Bakmadan Geçme