- Haberler
- DOĞUMUNDAN HARİCİYE VEKİLLİĞİNE ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU
DOĞUMUNDAN HARİCİYE VEKİLLİĞİNE ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU
ıı:BÖLÜM  Taraflar bir anlaşmaya varamayınca Yunanistan, sözleşme ve protokolün 11. maddesine dayanarak konuyu Cemiyet-i Akvam&rsquoa (Milletler...
ıı:BÖLÜM
Taraflar bir anlaşmaya varamayınca Yunanistan, sözleşme ve protokolün 11. maddesine dayanarak konuyu Cemiyet-i Akvam’a (Milletler Cemiyeti) taşımış, sonuçta Milletlerarası Adalet Divanı’ndan görüş istenmesi uygun görülmüştü. Divanın 25 Şubat 1925 tarihli görüşü anlaşmazlığı çözmeye yetmeyince, iki ülke arasındaki ilişkiler gerginleşti. Anlaşmazlık Türkiye ile Yunanistan arasında, 1 Aralık 1926 günü imzalanan Atina Antlaşması ile çözümlenmiştir.
23 Haziran 1927’de yürürlüğe giren ve “Argiropulos-Saracoğlu Antlaşması” diye de anılan bu belgeye göre, Yunanistan’da bulunan ve Türklere ait olan emlak, Muhtelit Mübadele Komisyonu’nca tespit edilen fiyat üzerinden, Yunanistan Hükümeti’nce satın alınacak; buna karşılık Türkiye’de bulunan ve 1912 yılından önce memleketini (Anadolu) terk eden Rumlarla genel olarak diğer Rumlara ait emlak (İstanbul’dakiler dahil olmak üzere) sahiplerine iade edilecekti.
Maliye Vekilliği ve İstifasından Sonra Yaptığı Mali İşler (1927–1933)
İsmet Paşa’nın 1 Kasım 1927 günü kurduğu hükümette, Şükrü Bey’in Maliye Vekilliği görevine getirilmesi, Muhtelit Mübadele Komisyonu Türk Delegasyonu Başkanı olarak yaptığı çalışmaların takdir edildiğini gösteriyordu. 27 Eylül 1930 günü, İsmet Paşa tarafından kurulmuş yeni hükümette de makamını koruyan Şükrü Bey, hastalığı nedeniyle istifa ettiği 22 Aralık 1930’a kadar Maliye Vekilliği yapacaktır.
Mücellidoğlu Ali Çankaya, Şükrü Bey’in Maliye Vekilliği koltuğunda oturduğu 4 yıla yakın zamanda [üç yıldan uzun sürede], devlet memurlarının barem ve emeklilik kanunlarını hazırlatıp yürürlüğe koydurduğu; Türk parasının fiili istikrarını sağladığı ve TC Merkez Bankası’nın kuruluş esaslarını hazırladığını yazmaktadır.
Türk parasına istikrar kazandıran: Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu (kabul tarihi: 25 Şubat 1930), ABD’nde borsanın çöktüğü: 24 Ekim 1929 günü başlayan dünya iktisadi buhranından, Türkiye’nin olabildiğince az zarar görmesini sağlamıştır. Şöyle ki, Türkiye o yıl, dış ticaretinde önemli bir yer tutan hububat satışından, kendi gibi yüklü miktarda hububat ihraç eden Balkan ülkeleri fiyat kırdığı için yeterince kazanamamıştı. Osmanlı’dan miras borçların ilk taksitinin de alacaklılara aynı yıl ödenecek olması, Türk lirasının hızla değer kaybetmesine neden olmuştu. Otuz üç maddeden oluşan Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu’nu var eden koşullar, işte bunlardı. 1567 sayılı bu kanunun 1. maddesi gereğince 1931 yılında ilk resmi kur ayarlaması yapılmış, 1 Sterlin 10.30 Türk lirasına eşitlenmişti
TC Merkez Bankası’nın kurulmasına gelince, Şükrü Bey güçlü bir kamu maliyesi için gerekli gördüğü: Gelir ve vergi ile kurallara bağlanmış para politikaları karşısında iki engel olduğuna inanıyordu: Osmanlı’dan miras borçların varlığı ve devlete ait bir merkez bankasının olmayışı. 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı Merkez Bankası Kuruluş Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin parasal işlerini, yabancı bir ortaklık olan Osmanlı Bankası’nın yürütmesine son verecektir.
Bunlar ve sözünü etmediğimiz, örneğin: 16 Mayıs 1929 tarihli Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsası Kanunu gibi iktisadi düzenlemelerin beklenen sonuçları vermesi için fazla beklemek gerekmedi. Şükrü Bey, TBMM’de 1930 yılı bütçesi hakkında konuşurken, 1929 yılına göre fazladan iki milyon lira tahsilât yapıldığını ve tasarrufun beş buçuk milyon lirayı bulduğunu söylemişti.
Niyazi Berkes’in, “bir Rum gibi banker, bir Ermeni gibi tüccar, bir Avrupalı gibi özel teşebbüsçü” diye tanımladığı Şükrü Bey’in, Maliye Vekili iken yaptığı başka önemli işler de olmuştur. Bu işlerden ilki, 1928 yılında Ödemiş-Gölcük Yaylası’nın Büyükçayır mevkiinde ve Bozdağ Yaylası’nda hazineye ait toprakların köylülere dağıtılmasıdır. İkincisi, Türkiye’de imtiyaz sahibi yabancı işletmelerin sorumlularıyla yürüttüğü müzakerelerdir. Lozan’da imzalanan bir ticaret konvansiyonuna göre, yabancı şirketler Osmanlı döneminde aldıkları imtiyazlar için Türkiye’den yedi senelik bir garanti elde etmişlerdi. Şükrü Bey’in, bu sürenin dolacağı 1930 yılından sonra başlayacak satın alma (millileştirme) uygulamalarının temelini attığı anlaşılıyor. Üçüncüsü, Ödemiş’i elektrik ve su ile buluşturmak isteyen Belediye Reisi Dr. Mustafa Şevket Bey’i, Başvekil İsmet Paşa ile görüştürmesiydi. Belediye gelirlerinden bir kısmına karşılık olarak, gerekli parayı projeyi üstlenecek müteahhit şirketlere (su için Fransız Pont a Mousson’a bağlı O. E. Asenisman; elektrik için Macar Ganz) ödemeyi garanti edecek bir bankanın (Ziraat Bankası) bulunabilmesi, bu sayede mümkün olabilmişti.
Viyana’da bir diş iltihabından kaynaklandığı anlaşılan rahatsızlığının tedavisinden sonra Türkiye’ye dönen Şükrü Bey’i, artık maliye vekili sıfatını taşımasa da, bu alanda yeni hizmetler bekliyordu. Şöyle ki, Şükrü Bey Maliye Vekilliği’nden istifa etmezden bir ay önce Ankara’ya gelmiş: ABD Ticaret Bakanlığı Müsteşarı Klein başkanlığındaki bir heyetle Amerikan sermayesinin Türkiye’de hangi alanlara yatırım yapabileceğini görüşmüştü. Başvekil İsmet Paşa, Klein’in ABD’ye bir heyet gönderilmesi teklifine sıcak bakmış ve Saraçoğlu Şükrü Bey başkanlığındaki bir Türk heyetini 1931 Nisanı’nda ABD’ye göndermişti. ABD’de üç ay kalan söz konusu heyet, ABD sermayesinin özellikle tekstil alanında Türkiye’ye yatırım yapmasını uygun bulmuştu ki, Saraçoğlu Şükrü Bey’in tanzim edip hükümete sunduğu bir rapor, Türkiye’de pamuklu sanayinin kurulmasına temel oluşturmuştu.
Lozan Barış Antlaşması’yla Ankara heyeti, Osmanlı borçlarının yeni Türkiye’nin sınırları içinde harcanmış bölümünü ödemeyi garanti etmişti. Şükrü Bey Maliye Vekili iken, Türkiye’nin Paris Sefiri Ali Fethi Bey 13 Haziran 1928 günü alacaklılarla borçları altın para ile ödemeyi öngören bir sözleşme imzalamıştı. Hükümet bu sözleşmeyi beğendiği için kendisine 10.000 lira mükâfat vermiş, ancak dünya ekonomik buhranının da bir sonucu olarak, 1930 yılında ülke içinde yaşanan mali sıkıntılar nedeniyle (yıllık) taksitlerin 1/3’ünün ödenmesinin kabulü ve 1928 sözleşmesine uygun bazı düzeltmeler yapılmasına rıza gösterilmesini alacaklılardan istemişti.
Maliye Vekâleti’nin teklifini uygun bulan İcra Vekilleri Heyeti, 3 Mayıs 1931 günlü toplantısında, alacaklılarla yeni bir anlaşma yapma görevini Şükrü Bey’e vermişti. Saracoğlu’nun yanına verilen, Hariciye Vekâleti’nin genç diplomatlarından Feridun Cemal Bey (Erkin) anılarında, Şükrü Bey’in alacaklılarla yürüttüğü müzakerelerdeki tutumunu şunları yazmıştı:
Saracoğlu müzakereleri, Duyunu Umumiye İdare Meclisi Reisi Mösyö Desclosiéres ile baş başa yürütüyordu. Bu çetin mali konuda şefimizin zekâ, vukuf, kavrayış, seziş ve müzakere yeteneğine hayran olmamaya imkân yoktu.
26 Ocak 1932’de başlayan müzakereler, 22 Nisan 1933’te bir antlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. TBMM’nde 22 Mayıs 1933 günü görüşülerek, 2234 sayılı kanunla aynen kabul edilen bu anlaşmaya göre, Türkiye borçlarını altın yerine Fransız Frangı ile ödeyecekti.
Adliye Vekilliği (1933-1938)
İsmet Paşa, 4 Mayıs 1931 günü kurduğu hükümette Adliye Vekili olan Yusuf Kemal Bey’in (Tengirşenk) istifasıyla boşalan koltuğuna, 25 Mayıs 1933’te Şükrü Bey’i oturtmuştu. 1 Mart 1935’te kurulan İnönü ve 1 Kasım 1937’de kurulan Bayar hükümetlerinde de yerini koruyan Şükrü Saracoğlu, neredeyse altı yıl Adliye Vekilliği yapacaktı.
Bir resmi yayın, Şükrü Bey’in Adliye Vekilliği yıllarında yaptığı işleri şöyle sıralamaktadır: Hâkimler, avukatlar, suçüstü, icra, iflas, iş esasına dayanan cezaevleri gibi kanunlar ki, “İmralı” gibi modern cezaevlerinin kurulmasının temellerini atmıştı. Burada özellikle Marmara Denizi’ndeki İmralı Adası’na, 1935 yılında kurulmuş yarı açık cezaevi üzerinde durmak istiyorum.
Şükrü Bey bu cezaevini kurarken, 1943–1946 yıllarında Ödemiş’te belediye başkanlığı yapacak olan hemşerisi Dr. Mutahhar Başoğlu’nun yardımını almıştı. Darülfünun Hukuk Fakültesi mezunu olan Başoğlu İtalya’da hukuk doktorası yapmış, Türkiye’ye dönünce önce Posta ve Telgraf Genel Müdür Yardımcılığı; ardından, Adliye Vekâleti Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdür Yardımcılığı görevine atanmıştı. İmralı Cezaevi’nde hükümlüler tarım, zeytincilik, tavukçuluk, arıcılık, besicilik vb. işler yapmalarını mümkün kılan çeşitli atölyelerde hem bir meslek öğreniyor, hem de yaşama yeniden başlayabilecek ve dışarıdaki yakınlarını iktisaden destekleyecek bir gelir kaynağı yaratmış oluyorlardı.
Almanya’daki Nazi rejiminden kaçıp Türkiye’ye sığınan Alman bilim adamlarından hukukçu Prof. Dr. Ernest E. Hirsch de anılarında Şükrü Bey ve yaptıklarından bahsetmektedir. Hirsch, Saraçoğlu Şükrü Bey Adliye Vekili iken kendisiyle görüşmüştü:
Sağa sola sora sora Adalet Bakanlığı’nı bulabildim ve zamanın adalet bakanı Şükrü Saraçoğlu’na ziyaretçi olarak adımı ilettirdim. Kendisi beni son derece candan karşıladı ve şaka yaparak, İstanbul’daki yabancı profesörlerin işlerine bakan yetkili bakanlık Eğitim Bakanlığı olduğuna göre; ‘sen yolunu şaşırıp yanlış yere düşmüşsün’ dedi. İdare hukuk açısından dediğiniz doğru olabilir dedim, ama hukuk profesörü olarak kendimi adalet bakanlığına daha yakından bağlı hissediyorum. Zaten adalet bakanı eninde sonunda bizim öğrencilerimizle haşır neşir olmak zorundadır. Bunlar ister hâkim, ister savcı ya da avukat ve noter olsun, hukuk mesleğini hayat pratiğinde uygulayan kişiler olduklarına göre ve ben de hukuk bilimini yayma cemiyetindeki konferansımı vesile bilip mesleğimin bakanı ile tanışmak ve Türk adli yetkililerinin İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki üç Alman hukuk profesörünün çalışmasından hoşnut olup olmadıklarını, bu konuda ne düşündüklerini öğrenmek istemiştim. Gerçi hala bazı dil güçlükleri yok değildi, ama biz kendi açımızdan hukuk eğitimi üniversitenin kuruluşunu izleyen bu üçüncü ders yılında gazeteler bizim hakkımızda ara sıra olumsuz şeyler yazsalar bile sağlam bir temele oturmuş olarak görüyorduk. ‘Kuzum gazetelerin dedikodusuna aldırış etmeyin’ dedi. ‘Bakın bunların arkasında kimin yattığını biliyoruz. Size saldırıyorlar ama aslında hedefleri biziz, yani hükümet ve meclis üyeleri, sizin değerinizin bilincindeyiz. Batı hukuk düşüncesi içinde eğitilmiş hukukçu kuşaklarının yetişmesi için sarf ettiğiniz enerji ve ciddiyetiniz için size şükran borçluyuz. Sizden küçük bir ricada bulunmama izin verin, lütfen öğrencilerimize her dersin başında ve sonun da şunları söyleyiniz: Öğreniminizi tamamladığınızda Anadolu’ya gitmek milli görevinizdir. Çünkü Anadolu’nun hâkimlere, savcılara ve avukatlara ihtiyacı vardır’. Bunun üzerine kendisine bu isteğinin haklı bir istek olduğunu fakat Türk öğrencilere milli görevlerini hatırlatmanın yabancı bir profesöre düşmeyeceğini söyledim. Beni dostça karşıladığı için bakana teşekkür ettim ve dersler konusunda her hangi bir eleştirisi ya da önerisi bulunup bulunmadığını sordum. Bakan da bana ziyaretim için teşekkür etti ve beni o akşam konferansımdan sonra özellikle içten kutladı.
Mustafa Kemal’in ölümü üzerine İnönü, 348 oyla Reis-i Cumhur seçildi. İsmet İnönü başvekillikten istifa eden Celal Bayar’a kabineyi yeniden kurmasını ancak dâhiliye vekilliğinde Refik Saydam’ı, hariciye vekilliğinde ise Şükrü Saraçoğlu’nu görmek istediğini söylemişti. 11 Kasım 1939 günü hariciye vekilliği koltuğuna oturan Şükrü Saraçoğlu, 1942 yılında Başvekil olacak ve dünyayı kan ve ateşe boğan İkinci Dünya Savaşı’na, ülkesini dâhil etmeyen ekibin temel bileşenleri arasında yerini alacaktır.
Görüldüğü üzere Şükrü Bey; idari, ekonomik ve sosyo-kültürel boyutuyla yeni Türkiye’nin inşa edildiği tek partili dönemde, kamuda önemli hizmetler üstlenmiş bir siyaset adamıydı. Hangi görevde olursa olsun önceliği, Türkiye’nin yararına olacak işler yapmak oldu. Eğitim geçmişinin zenginliği ve kişisel özellikleri üstlendiği görevleri başarıyla tamamlamasına yardımcı oldu. Ödemişli bir halk adamı olduğunu hiç unutmadı, her fırsatta Ödemiş’e geldi, hemşerileriyle kucaklaştı. Spora özellikle futbola meraklı olan Şükrü Saraçoğlu’nun, her insan ve siyaset adamı gibi dostları ve düşmanları oldu. İlginç olan, şu veya bu nedenle tek parti yönetimi ve özellikle İnönü ile hesaplaşmak isteyenlerin, belki de İnönü ile olan yakın ilişkileri nedeniyle Saraçoğlu’nu hedef tahtasına koymalarıdır. Hiçbir eleştiri, Şükrü Saraçoğlu’nun erken cumhuriyet dönemi Türkiye’sine iz bırakmış bir siyasi figür olduğu gerçeğini değiştiremez. Bu sebeple önümüzdeki süreçte Şükrü Saraçoğlu ve tasarrufları üzerine başka çalışmaların üretilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.”