Garip tedavi yöntemleri ve tıbbi uygulamalar
Tıbbın geçmişine baktığımızda temelinde büyünün, inançların ve hatta boş inançların olduğunu görürüz. Bu yüzden tarihte hekimlik...
Tıbbın geçmişine baktığımızda temelinde büyünün, inançların ve hatta boş inançların olduğunu görürüz. Bu yüzden tarihte hekimlik yapan ilk kişiler, din adamları ve büyücülerdir. Gücünü inançlardan aldığı için tedavi, tapınaklarda din adamları tarafından uygulanırdı. Örneğin Eski Mısır’da ruhsal hastalıkların kalpten kaynaklandığı düşünülür ve böyle kişilerin tedavisi için rüya analizi tekniği uygulanırdı. Hasta olan kimsenin geceyi tapınakta geçirmesi sağlanır, o gece gördüğü rüya rahipler tarafından yorumlanarak sebep ya da tedavi buna göre anlaşılırdı.
Bazı ilkel topluluklarda hastalığın genellikle hastanın bedenine giren bir şeytandan kaynaklandığına inanılırdı. Bu şeytanı kaçırmak için büyücüler, rahip-hekimler ya da şamanlar, üzerlerine çeşitli hayvan postu giyer, yüzlerine garip maskeler takar, davul eşliğinde ya da ellerini birbirine vurarak çılgınca hareketler yapıp ses çıkararak, ateşte tütsüler yakarak tuhaf danslar yaparlardı. Kötü ruhun kaçırılması için hastaya çeşitli ilaçlar da verilirdi ve ilaç ne kadar tatsız olursa şeytanın da bedenden o kadar çabuk uzaklaşacağına inanılırdı. Yine kötü ruhtan kurtulmak için hastaya kuvvetli müshiller verilebilirdi.
Roma’da kansızlığın tedavi yöntemi, içinde Roma İmparatorluğu’nun gücünü simgeleyen bir kılıcın bekletildiği fıçılardaki şaraptan içmekti ve bu yöntem gerçekten işe yarıyordu. Bunun nedeni, şarap içinde paslanan kılıçtan şaraba demir iyonlarının karışmasıydı. Hemoroid (basur) tedavisi için de Asklepios tarafından geliştirilen bir ilaç kullanılırdı. Bu ilacın içeriğinde inek teri, köpek başı külü, yılan derisi, gül balı ve sirke bulunmaktaydı. Beyaz köpek pisliği külü ve gül balı karışımı, Romalı bilgin Yaşlı Plinius’un yazdıklarına göre Asklepios tarafından siğil tedavisi için kullanılırdı. Kaburga kırıkları için bekletilmiş şaraba yatırılmış keçi gübresi kullanılır; ateşli hastalıklar içinse hastanın başucuna bir kurdun tuzlanmış sağ gözü konurdu. Babilliler ise böbrek rahatsızlıkları için güherçile ve öğütülmüş devekuşu yumurtası kabuğu kullanırlardı. Anavarzalı (Adana-Kozan ilçesinde) Dioskorides’in kitabında akrep sokması için pişmiş akrep, kuduza karşı kurutulmuş köpek karaciğeri, vereme karşı insan sütü, epilepsiye yani sara hastalığına karşı eşek karaciğeri, göz hastalıklarına karşı safran, kemik hastalıklarına karşı kabuklu deniz canlılarından elde edilen özütler ve bulaşıcı hastalıkların neden olduğu ağrılara karşı at kestanesinden elde edilen zehir önerilmişti.
Mezopotamya’da -özellikle Babillilerde- “sakatat okuyucuları” bulunur, bunlar daha çok karaciğer üzerine yoğunlaşırdı. Hasta adına bir koyun kurban edilerek karaciğeri incelenir, bununla hastanın geleceği yani iyileşip iyileşmeyeceği, yaşayıp yaşamayacağı öngörülürdü. Ölen bir kişinin hastalığına teşhis koymak için de karaciğerindeki şekil bozuklukları incelenirdi. Kan, hayatın kaynağıydı çünkü çok kan kaybeden kişiler ölüyordu. Karaciğere verilen bu önemin sebebi, en çok kan taşıyan organ olmasından kaynaklanıyordu. Arkeolojik kazılarda o dönemdeki karaciğer incelemelerinde karşılaştırma yapmak için kullanılmak üzere pişmiş topraktan imal edilmiş çok sayıda karaciğer modeli bulunmuştur. Bunların üzeri karelere ayrılmış, her bir kareye karşılık gelen hastalığın adı yazılmıştır.
Eski Çinliler çiçek hastalığına karşı bağışıklık geliştirmek amacıyla çiçek hastalarından topladıkları yara kabuklarını kurutup öğüterek bu tozu aşı için kullanıyorlardı. Aşı bildiğimiz gibi uygulanmıyor; bu toz erkek çocuklarda sol, kız çocuklarda ise sağ burun deliğinden içeri üfleniyordu. Çin tıbbında anestezi için çedene kahvesi kullanılıyordu. Eski Yunanlılar ise anestezi için adamotu, banotu, haşhaş ve şarap gibi maddeler kullanıyorlardı. Bu maddelerin günümüzde kullanılan narkoza göre uyuşturucu etkisi daha az olduğundan ameliyatlar çok hızlı bir şekilde gerçekleştirilirdi. İlerleyen dönemlerde afyon da anestezi için kullanılmaya başlandı.
Tıp araştırmalarındaki en vahşi yöntem olan “viviseksiyon” (canlı açımlama) yani insan ya da hayvana henüz canlı iken otopsi uygulama yöntemi, Helenistik dönemin başlarında İ.Ö.3. yüzyılda Khalkhedonlu (Kadıköylü) Herophilos ve Keoslu (Sakız Adalı) Erasistratos adlı hekimler tarafından uygulanmıştır. Bu hekimler, kralın emriyle hapishaneden getirilen suçlulara viviseksiyon uygulayarak organlarının çalışmasını gözlemlemişlerdir. Bu uygulama, eski Romalı ünlü hekim Galenos tarafından da çoğunlukla domuz ve keçiler üzerinde gerçekleştirilmişti. Ancak bu acımasız yöntem sayesinde birçok bilimsel gerçeğe ulaşılmıştı. Örneğin Aristo’nun öğretisine göre mental özellikler kalpte bulunuyor, vücudu kalp yönetiyordu. Galenos’un viviseksiyon deneyleri kanıtladı ki vücudu yöneten organ kalp değil, beyindi. Boyun bölgesindeki sinirlerin solunuma etkisini inceleyen Galenos, bir domuza viviseksiyon uyguladı. Burada bulunan sinirleri tek tek keserken “rekürrent laringeal siniri” kestiğinde hayvanın sesinin kesildiğini gördü. Aynı deneyi keçi, köpek ve diğer hayvanlar üzerinde de uyguladığında sonuç hep aynıydı. Böylece bu sinirin ses siniri olduğu kanıtlanmış oldu. Ayrıca Galenos’un elde ettiği en önemli buluşlardan biri atardamarların hava değil, kan taşıdığını göstererek çok eskilere dayanan yanlış bir inanışı yıkmasıdır.
Roma’nın çöküşüyle Avrupa, Karanlık Çağ adı verilen bir döneme girerken Doğu’da yeni bir aydınlanma dönemi başlamaktaydı. Başta Cündişapur olmak üzere birçok İran kenti, sürgün Yunan bilim adamlarına kucak açmıştı. Hint, Çin, İran kökenli bilgiler, Süryani ve Nesturilerin çalışmalarıyla harmanlanarak önemli gelişmelere yol açtı. Bu nedenle Ortaçağ’da Batı tıbbı, uzun bir süre boyunca geri kalırken İslam tıbbı ise o dönemde zirve yaptı ve bu durum, Haçlı Seferleri’yle Avrupalıların bu bilgileri kendi memleketlerine götürmesine kadar devam etti. Ortaçağ İslam Tıbbı’nın en önemli ismi olan İbn-i Sina’nın eserleri, 12. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde zorunlu ders kitabı olarak okutuldu.
İslam tıbbında da değişik ama faydalı yöntemler kullanılmıştır. Örneğin Endülüslü hekim El-Zehravi, bağırsaklarda ameliyat dikişi konusunu anlatırken “karınca dikişi” tekniğinden bahsetmiştir. Buna göre bağırsak ameliyatında karınca, kafasından yakalanarak dikiş atılacak kesiğin her iki tarafı bir araya getirilip karıncaya ısırtılır, karınca kıskacını kapadığı anda kafası kopartılırdı. Bu işlem, gerektiği kadar tatbik edilerek dikiş bitirilmiş olurdu. Böylece hem kıskaçlar kullanılarak dikiş gerçekleştirilmiş oluyor hem de karıncanın formik asit içerdiğinden dolayı antiseptik özelliği olan beden sıvısından yararlanılmış oluyordu. Eski Müslüman hekimler, ayrıca kan damarlarını dikmek için kenevir, bazı ağaç lifleri, saç ve hayvan siniri, yaraları dikmek için ise sıklıkla insan saç tellerini kullanmışlardır.
Velhasıl günümüzdeki gelişmiş tedavi yöntemlerinin temelinde böyle bir tarih yatmaktadır. Süreç içerisinde yeni tedavi yöntemleri bulunmuş, yeni teknikler geliştirilmiştir. Ancak bazı yöntem ve uygulamalar terk edilirken ilk çağlarda tıbbın gelişimi için uygulanan ve artık terk edilmiş olmasını umduğumuz bazı vahşi uygulamalardan vazgeçilememiştir. Nitekim yakın tarihimize baktığımızda viviseksiyon yönteminin II.Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından toplama kamplarındaki esirlerin üzerinde uygulandığını görürüz. Ayrıca yine bu dönemde Japonların “Birim 731” adını verdikleri birimi tarafından Mançurya halkına viviseksiyon uygulandığı bilinmektedir. Ne yazık ki bu yöntem, bilimdeki yüzlerce yıllık gelişime, birikime ve de onca tartışmaya rağmen günümüzde kozmetik ve ilaç firmaları tarafından hala hayvanlar üzerinde uygulanmaktadır.
Bakmadan Geçme





