Fazlasıyla şerbetlendik
Birkaç günlük İstanbul seyahatimiz sırasında pek çok farklı, sıra dışı hadiseye tanık olduk. Bunlardan beni en...
Birkaç günlük İstanbul seyahatimiz sırasında pek çok farklı, sıra dışı hadiseye tanık olduk. Bunlardan beni en çok etkileyenini siz değerli okurum ile paylaşmak istiyorum. Yalnız baştan söyleyeyim ki her ne olursa olsun hoşgörülü ve anlayışlı olmayı elden bırakmayalım ve bazıları yüzünden “Herkes böyledir” genellemesini de lütfen yapmayalım.
Yolculuğum sırasında tanıdığım iki genç kız, tatillerini Antalya’da yapmış olup denizin tadını çıkararak bikinileriyle bir güzel güneşlenmenin hazzıyla memleketleri Üsküdar’a geri dönüyorlardı. Yol boyunca eğitimli, modern dediğim hatunların Üsküdar’a yaklaştığımız sırada çantalarından çıkardıkları siyah çarşaflarına bürünüp siyah eldivenlerini taktıklarına bizzat şahit oldum. Gözlerim nuru ayin nur görmüşçesine ziyadesiyle patlama geçirirken az kalsın küçük dilimi yutacaktım.
İster istemez Meraklı Melahat misali sordum, “Affedersiniz, bu ne demek oluyor?” diye. “Sadece anlamak için soruyorum” diye de ekledim. Anaları olacak kadın bön bön suratıma bakarken yanımda oturan hanım kız cevapladı: “Bir şey olduğu yok abla. Bizim buradaki muhitimizde açık gezmemiz mümkün değildir. Bizim burada bir çevremiz var. Ömrü hayatımız boyunca hiç denize gidemedik. Paraşüte binip denize dalmak, benim hep hayalimdi. Annemlerin eline toplu bir para geçince birlikte Antalya’da otel kaldık ve iki hafta gönlümüzce dinlendik. Tatil yaptık” dedi.
Gayri ihtiyari olarak kızcağızı teselli etmek ihtiyacını kendimde hissederek, “Yok canım üzülme, benim için bir problem yok ama sizin bu yaptığınız, etik yani ahlaki değil. Dini anlamda da Kuran-ı Kerim ilkesine uygun düşmüyor. Şöyle ki; kutsal kitabımızda iman etmeyenler değil, iman edip de iki yüzlü olanlar, dindar görünüp arkada farklı tiyatro çevirenler ile iman etmediği halde imanlı gibi davrananlar kınanır. Kafirin de asıl anlamı burada gizlidir. Küfürden gelir yani gerçekleri örten, olduğu gibi gerçekliği ve hakikati göstermeyen ve davranmayanlardır. Anlayacağın iman etmeyen bir ateist bile sizin yanınızda daha dine yakındır” dedim.
Ben böyle bilgilendirdiğimde, “Abla sen ilahiyat fakültesinde hoca mısın?” dedi. “İslamiyet ile ilgilenmek, kendi kutsal değerlerimizi en iyi şekilde öğrenmek için ilahiyat fakültesinde hoca olmaya gerek yok. Peygamberler, fakülte hocası mıydı?” diye cevap verdim.
Sonradan daha da fazla kendi iç dünyasını açtı ve, “Ablacım, aslında biz tarikat ehliyiz. İnanır mısın bu yaşıma kadar hep vaaz dinledim, sohbetlere katıldım ama senin gibi biri bana Kuran-ı Kerim’den konuşmadı” dedi.
İsmini vermemek üzere bu yazım için kendisinden izin aldığım tarikat mensubu bir müridin candan, çok içten bana kendi hayat serüvenini anlatması karşısında ona telefon numaramı, ev adresimi verdim ve ne olursa benim onun manevi bir ablası olduğumu hatırlattım.
Tarikat ve mezhep, yol demektir. İslamiyet tarikatların, mezheplerin tekelinde olmadı ve asla da olamaz. Tarikatlar ve mezhepler, kendi yol ekseninde hareket ederken İslamiyet ile yolları kesişmiştir. Tabiri caizse kesişen kümeler haline gelmiş ve zaman içerisinde birbirlerinden etkilenip birbirlerini tamamlayarak sanki biri diğeri, diğeri de öbürü gibi anılmıştır. Halbuki derinlerde, çok derinlerde birbirine tamamen zıt görüş farklılıkları vardır. Bu görüş ayrımı bazıları tarafından ötelenmiş, “Ne olacak yahu! Onlar da inançlı. Doğal olarak İslamiyet’te irfan geleneği, medeniyet anlayışı var” denilerek bu birbirinden farklı ana hatları olan tarikatlar, mezhepler ile İslamiyet aynı gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
Bunun en güzel örneğini her sene Aralık ayında Konya’da düzenlenen Şeb-i Arus törenleri sırasında yaşıyoruz. Celaleddin-i Rumi’yi ve onun felsefesini anan pek çok kişi, kendisinin İslamiyet’i en güzel yaşayan bir peygamber dostu gibi anlatır. Bu anlatış o kadar abartılır ki kendisine ‘Mevlana’ derler. El insaf dedirtecek cinsten bir abartının neden abartı olduğunu şöyle anlatayım: Mevlana demek, Allah demektir. Hani dualarda geçer, “Ey benim Mevlam” deriz ya!
Kaldı ki Celaleddin-i Rumi ve pek çok tarikat önderinin öncelikle Hıristiyan teolojisinden etkilendikleri, İsa Mesih ve havarilerinin hayatlarından beslendikleri de artık günümüz bilgi çağında sır değildir. Sakın ola beni şimdi de tarikat düşmanı olarak lanse etmeyin, amanın.
Yıllarca surelerden, ayetlerden örnek verdiğim ve Osmanlıca derslerini savunduğum için Atatürk düşmanı lafına şerbetlendim, bundan sonra tarikat, din düşmanı söylemine şerbetlenmek arzusunda olmadığımı tekrardan belirteyim. Aramızda kalsın, zilleri takıp çıkı çıkı yapma modundayım.
Küresel dünya düzeninde dünyaya hakim olmak isteyen devletlerin tarikatlara, mezheplere yaptıkları yatırımı da lütfen göz önünde bulundurunuz. Amaçları, ulusal devlet geleneğine ve toplumdaki kabul görmüş dini inanca zarar vermektir. Bu uğurda Ilımlı İslam projesini başlatıp Fethullah Gülen ve Nur Cemaati’ni nasıl kullandıklarına şahit olduk. Şimdi sırada başka tarikatlar olmaması için öncelikle kendi dinimiz İslamiyet’i doğru öğrenmek zorundayız.
Toplum olarak çok şeye şerbetlendik. Yaşadığımız gerçekler ile sanal dünyanın kazanımları arasında gelgitlerdeyiz. “Hangisi doğru, hangisi gerçek?” diye sorup hakikatli cevap almak istiyorsak inancımızı ve değerlerimizi birilerinin tekeline bırakmayalım, lütfen.
Sonra ne mi olur? İşte ismini veremediğim genç kızlarımızı “İslamiyet’i öğretiyorum” diye birileri hakimiyetine alır. O da onların korku ve baskısından, daha doğrusu şerrinden sakınıp Antalya’da bikinisiyle, İstanbul-Üsküdar’da çarşafıyla, peçesiyle poz verir.
İslamiyet’i en doğru yerden öğrenmek istiyorsak bu dinin kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’i anlayarak okumak, okuduklarımızı düşünmek ve sorgulamak zorundayız. Bunu zaten bizden bizzat Kuran-ı Kerim istiyor. Zümer Suresi 9. Ayet ve Yunus Suresi 100.ayet…
“Düşünün, aklınızı kullanın” diye uyarılarda bulunan kutsal kitabımız, bir anlamda kendisine cephe alan onlarca, yüzlerce farklı inanca, tarikata, mezhebe, cemaate karşı bizi uyarıyor.
“Aaaaaa yazar hanım, bu uyarı bize yabancı değil” mi diyorsun; aklınla bin yaşa emi sevgili okurum. Tabii ki bu uyarıyı İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran-ı Kerim yaptığı gibi siyasi liderimiz Mustafa Kemal Atatürk de söyler.
O halde şu çıkarımı da yapabiliriz: Sözde değil de gerçekten samimi olarak, hakiki anlamda bir Kuran-ı Kerim Müslümanı, peygamber Hazreti Muhammed sevdalısı ile hakikatli bir Mustafa Kemal Atatürkçü, bu vatanın selameti için her günden çok daha fazla el ele vermek, birlikte çok çalışmak zorundadır.