Eğrez balığı ve babam
Belleğim, zaman zaman beni çocukluğuma götürür. Bu, belki de yaş alıyor olmamızdan kaynaklanıyor olabilir. Çocukluğumun başlangıcı...
Belleğim, zaman zaman beni çocukluğuma götürür. Bu, belki de yaş alıyor olmamızdan kaynaklanıyor olabilir. Çocukluğumun başlangıcı olarak beş yaşını baz alırım. Çünkü o yıl, hayatımın en büyük travmasını sünnet törenimizde yaşadım. Üç kardeş birlikte sünnet olduk. En büyükle aramda tam sekiz yaş fark vardı. Yıl 1958. Babam esnaf, kuruyemiş işiyle uğraşıyor, ürettiği malları ilçe pazarlarında açtığı sergide satardı. Yine o yılların sünnet geleneğinde yemekli ve içkili olarak gelen konuklar ağırlanırdı. Düğün, içki olur da davulsuz zurnasız olur mu? Velhasıl avluya serilen hasır üzerinde beyaz boydan mintan geçirilmiş boynuma, kurbanlık koyun gibi sıramı bekliyordum. Sıra bana geldiğinde odaya çıkardılar. Bacaklarımı ayıran iki güçlü el, bir yandan canımı acıtırken kasap pardon sünnetçi amca da hayatımın fazlalılığını usturayla hallediverdi. Hadi buraya kadar neyse deyip geçelim ama ya kesim sonrası benim ağlama sesimi bastırmakla görevli o davulcuyla zurnacı yok mu, o günümü unutulmaz kılan figürler olarak her zaman belleğimin bir köşesinde bozuk akortlarıyla çalmaya devam ediyorlar. Başlığa bakıp “Bu sünnet işi de nereden çıktı?” demeyin. Bütün bu organizasyonu yapan babamdı çünkü. Madem onu anlatacağım, elbette işe bu sünnet travmasından başlamalıydım.
Babam vefat ettiğinde ortaokul son sınıftaydım. Yani babamla geçirdiğim 13 yıl içinde bende bıraktığı izler, haliyle annemle olandan azdı. Ancak yine de unutulmaz anılarım arasında olan Eğrez balığını anlatmadan geçemeyeceğim. Babam ve annem Eğirdirli. Eğirdir, önce gölüyle tanınmış tarihsel bir kent. Kuruluşu, Lidya Kralı Kroisos’a (M.Ö. 560-M.Ö. 547) dayanıyor. Babamlar, Eğirdir’in coğrafi yapısı nedeniyle birçok ailenin yaptığı gibi doğdukları toprakları aş ekmek aramak üzere terk edip Aydın’a gelmiş. Daha sonra da İncirliova’yı yurt edinmişler. Her ikisi de okul yüzü görmemiş, ümmidir. Belli bir meslek sahibi olmadığı için babam, hamallıktan tutun da demiryolu işçiliği, ayakkabı tamirciliği ve en sonunda kuruyemiş işinde karar kılmış. Bu işte başarılı olunca eli ekmek, yüzü para görür hale gelmiş. Ben de ailenin tekne kazıntısı olarak refah düzeyinin en yüksek olduğu dönemde dünyaya gözlerimi açmışım. Bu, benim açımdan büyük bir şanstı. Babam ölünceye kadar maddi anlamda hiç sıkıntı yaşamadık. Babam, her ne kadar Eğirdir’i terk etmişse de oraya olan sevgisini ve bağlılığını hiç yitirmedi. Gözü hep orada kalmıştı. Bu tutkusu sayesinde her yaz en az bir hafta Eğirdir’e giderdik. Akrabalarımızla özlem giderirdik. Babamların sattığı ev, Eğirdir’in en eski yerleşim yeri olan Kale Mahallesi’ndeydi. Melek Teyzemlere sattıkları bu evin karşısında daracık bir sokaktan göle inilirdi. Her evin dış yüzeyi çinko kaplıydı. Evin girişinde halı tezgahları olmazsa olmazıydı. Annem rahmetli, “O tezgahlarda kendimi çürütmek istemediğim için Aydın’a göçmeyi ben çok istedim” derdi. Babamla zaman zaman geri dönme konusunda tartıştıklarında bir defasında babama kapıyı gösterip, “Aha işte kapı, sen dönmek istiyorsan dön, ben burada kalacağım” diyerek son noktayı koyduğunu anlatmıştı. Her Eğirdir dönüşü babam, bir tahta sandık içinde tuza yatırılmış Eğrez balığı da eve getirirdi. Salamura balığın derisini sıyırdığımızda ortaya çıkan pespembe rengi unutulacak gibi değildi doğrusu. Bu lezzetli balığın tadı da elbette bir büyük rakı, domates, biber, taze soğanla ancak yaşanırdı. Uzun İbram’a yakışan da buydu bence. O keyifli balık sofrası, babamla yaşadığım en keyifli anlardı. Evlatlarına açıktan sevgi gösterisinde bulunmasa da sahip çıkma duygusunu yine de sezerdik. Hele benim gibi şımarık yetişen birinin babasına yaşattığı evden habersiz gidişini galiba bir başka yazımda anlatmıştım. Eğirdir sevgisini bana aşılayan sevgili babamla daha çok zaman geçirmek isterdim. Onun Hürriyet Gazetesi’nin “Halk Üniversitesi” diplomasını aldığım gün, başımı okşayarak “Aferin” deyişini öğretmen olduğumda da yaşamak isterdim. Babamla ilgili anılarımda üç isim hiç belleğimden silinmedi. Bunlardan ilki, masallardaki devin yaşayan örneği Hamal Yaşar Amca ki, 200-250 kiloluk yükleri yerden kaldırıp kamyona bir kalas üzerine çıkarak taşımasıyla gözümde daha da büyümüştür. Diğer arkadaşı Çerkez Yusuf Amca; babamın ölümüne yol açan at arabası vardı.
Üçüncü isimse babamın bedeli Acarlar kasabasından Hüseyin Amca’ydı. O, evimizin bir insanıydı. Kuruyemiş çuvallarını hiç yüksünmeden arabaya taşır, indirirdi. Sesini duyduğumu anımsamıyorum.
Babamın bir dönem demiryolu işçiliği yaptığını öğrendiğimde yaşadığı ilginç bir olayı kaleme almış, öyküleştirmiştim. Aşırı yağışlar sonu gelen sel, Aydın-İzmir demiryolu hattındaki bir köprüyü yıkmış. Köprünün yeniden onarımı için nasıl canhıraş çalıştıklarını anlatmıştım. Yine bu işçiliği sırasında maaş bordrosuna imza yerine adını yazmak için Arif Ağabeyimden ders aldığını duymuştum. Henüz ergenlikten çıkış döneminde babamı kaybetmenin ardı sıra yatılı hayatına intibak edişim, kolay olmadı elbet. İnsan her zorluğu aşıyor zamanla, aşarken de o baba eksikliğini hep hissediyor benim hissettiğim gibi. Babamın Eğrez balığı, şimdilerde Eğirdir’de görülmüyor. Yerine daha sıradan bir balık, sofraları süslese de o pespembe, tuzun verdiği tatla bütünleşen ve aslan sütüyle midelere bayram yaşatan Eğrez’in tadını babamın anılarıyla anmak da bana düşüyor artık.
Bakmadan Geçme





