Dumanlı Osman’ın serzenişi

“Mapushanede yata yata yanlarım çürüdü…” Dumanlı Osman, yaş gününde yapayalnız hapishane odasında olduğuna inanmıyordu. Neden ve...

“Mapushanede yata yata yanlarım çürüdü…”

Dumanlı Osman, yaş gününde yapayalnız hapishane odasında olduğuna inanmıyordu. Neden ve nasıl girmişti bu karanlık düşüncelerin yoğun olduğu hücreye, halen aklı almıyordu. Demokrasi ve özgürlüklerin fazlaca konuşulması ile toplumda yerini bulması farklı mı olmalıydı? Suçunun ne olduğunu, ne ile suçlandığını bir türlü bilmiyor olmasına mı yansaydı, gazetecilik mesleğinin bu kadar değerinden kaybetmesi için çabalayanların varlığına mı sitemler yağdırsaydı?

Halbuki fikir hürriyeti, Anayasa ile güvencedeydi. 22 Haziran 1993 tarihli Kopenhag Zirvesi ve sonrasındaki 1999 Helsinki Zirvesi, düşünceyi açıklama özgürlükleri ve yapılan onca iyileştirmeler, ülkemizin Avrupa Birliği konusunda da aldığı önemli kararları hatırladı.

1957’de Avrupa Birliği kurulurken ulusal platformda gözetilmesi gerekli anayasal değişiklikler de konuşulur olmuştu. Demokrasi ve insan hakları bağlamında her türlü fikir hürriyetinin teminat altına alınması, önemli bir ilkeydi. “Bu ilke ne kadar göz önünde bulundurulup kıymet verilirse demokratik anlamda ilerleme mümkündür; yoksa hak, hukuk adına atılan naraların laf-ı güzaftan ne farkı kalır?” diye düşündü Dumanlı Osman.

İçi yanıyordu, kendisinin haysiyetine üzülüyordu ama en çok da hayıflandığı şey, dedesinin her an haberleri takip edip bazılarının etkisinde kalıp onu istemeyerek de olsa suçlayabileceğiydi. Yıllar öncesine gitti, on beş gün okul tatiline. Her ne zaman arkadaşlarıyla kavga edip üstü başı dağılmış olduğunda dedesi onu kendi odasına götürür, Anadolu ozanı Karacaoğlan’ın Dinle Sana Bir Nasihat Edeyim adlı anlam yüklü şiirinden bölümler okurdu: “Karac’oğlan söyler sözün, başarır /Aşkın deryasını boydan aşırır/ Seni bir mecliste hacil düşürür/ Kötülerle konup göçücü olma…”

“Arkadaşına dikkat et evlat, seni mis kokan yere de pis kokan yere de sürükler” derdi. Yaşı ilerledikçe daha iyi özümsüyordu bu söylenen cümleleri, o yüzden de ne olursa olsun doğruluk ve adalet üzere yaşamaya yemin etmişti. “Cehennem başkalarıdır” sözüne inat başkalarının cehennemi değil, sığınağı olmak isterdi. Gazetecilik, habercilik, adına ne denirse basın ve medyanın gücünü iyilikten, haktan, hukuktan yana kullanmak için çırpınan yüreği ile dedesinin ikaz dolu sözlerine uygun davranıyordu. Ancak geçen gün yapmış olduğu bir haber ve yazmış olduğu haber yorumu sonrasında apar topar, henüz duruma izah bile getiremeden soluğu adliyede almıştı.

“Ah canım dedem” diye içi cız edercesine yad etti nur yüzlü ihtiyarı. “Bu zindandan, bu rutubetli is kokan hapis odasından çıkar çıkmaz onun kollarına atılacağım” diyordu koca adam. Koca adam olmasına öyleydi lakin henüz dedesinin biricik torunuydu. Çocukluğunda babasından çok dedesiyle haşir neşir olurdu, ana babasına ait pek hatıra seza bir şey yok gibiydi. Bunda ailesinin ayrılığı da elbette etkindi. Ana babası yetişkin olamamış, sadece büyümüş çocuklardı. “Öyle olmasaydı, keşke şöyle vuku bulsaydı” gibi söylenceler boşunaydı.

Ebeveynlerin pek çoğu, boşanmayı abartıyorlardı. Sanki çocukları da bırakmak, onlardan da ayrılması gerekiyormuş gibi tavır alıyorlardı. Bu sebepten gençler tam anlamıyla yetişkin olamıyor, sadece büyümüş ve yaş almış bulunuyorlardı. Şahsiyet kazanabilmek, olgun bir birey olabilmek şans işi değil, emek ve sevgi işiydi. Sevilmiş miydi bilemiyordu.

“Eğer bir çocuk güven ortamında büyümüşse inançlı, sevgi ortamında yetişmişse kendisiyle ve toplumuyla barış içinde yaşardı” Güven ve barış hiç de tesadüfi değil, olsa olsa tevafuktu.

Ana babası boşandıktan sonra ninesi ve dedesi ile geçen yıllarını anımsadı.

Hayatı dibine kadar dopdolu yaşamakla, hedefsiz ve amaçsız, öylesine zaman doldurmak arasında uçurumlar kadar mesafe olduğunu zindana hapsedildiği an her günden daha fazla anlamıştı. Anlamıştı ama buradan ne zaman çıkarılacaktı bilemiyordu.

Bir keresinde ninesi, bahçede komşu teyzeler ile oturmuş iki kelimenin belini büküyorlar, havadan sudan dem vuruyorlardı. Tam o esnada, “Osman yavrum, sen ne düşünüyorsun?” diyen pamuk teyzelerin sesi, kalbine kadar işlemişti. İnsan yerine konulmak, kendisinin ne düşündüğüne itibar edilmesi, küçük yaşta önce kendisine saygı duymasını öğretmişti. Kendi saygınlığının sınırını çizebilen herkes, başkalarına da aynı güzel muameleyle karşılık verebilirdi.

Toplumsal hafızlarımız sorgulamaya, kritik edebilmeye adapte olabiliyor muydu yoksa suçlu kategorisi hükmünü mü nakşediyordu içten içe bilemiyordu… Bireylerin kamil olması demek olan yetişkin olma hali, zihnen mümkün ise toplumların da gelişimleri düşünce özgürlükleri ve demokratik söylemlerle mümkündür.

“Düşünüyorum, öyleyse varım …”

Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası-Madde 25: “Herkes, düşünme ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”

26. Madde gereği düşünmeyi her türlü fikri ve bunların paylaşılmasını suç saymıyordu. Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim ve başka yollarla tek başına ve toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.

26. maddeye 3.10.2001 yılında bazı koşullarda sınırlamalar getirilmişti. Bu hürriyetlerin kullanılmasında sınırlanan hususlar şöyleydi ;

Milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyet’in temel nitelikleri ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.

Ek; 4709/9md: Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir.

Madde 28: Basın hürdür, sansür edilemez. Basımevi kurmak, izin alma ve mali teminat yatırma şartına bağlanamaz.

Mülga: 3.10.2001- 4709/10md: Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.

Bunları bilmesine biliyordu ancak Dumanlı Osman, devlet denilen siyasi kurumun insanın onurundan bile daha üstün tutulmasına içerliyordu. Toplumsal zekanın “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” felsefesi ile “Devleti yaşat ki” ile başlayan cümleler kurması için ne gibi zihin değişimleri geçirmesi gerekmişti ki?

Mapushanede çürüyen bir kendisi olmayacaktı. Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında nice suçsuzun yatağı soğuk taşlardı. Bu düşüncesi derdine teselli mi olsun, ümitsizliğe atılmış bir yumruk mu bilemedi.

Çaresizce, “Ne de zormuş hapishane hayatı” diye mırıldandı. Kitaplar, hayatı boyunca yoldaşı ve duygudaşı olmuştu lakin burada onlara da sınırlama getirilmişti. Kitap okuması da yasaklanmıştı. Cebindeki kağıt parçalarına karalamalar yaptı ve içinden geldiğince yazacaktı. Yazdıkça iç dünyasıyla dertleşiyordu. Çilesini anlatacaktı. Haykırmak istiyordu. Yatağında rahat rahat uyuyan başkalarının acılarına uzak mı uzak olanlara gelin bakalım bir de buradan hayat nasılmış görün dercesine yazacaktı: Zindan ne karanlıktı, tıpkı bazılarının yüreği kimilerinin zihni gibi!

Bakmadan Geçme