Dolaşan İt Aç Kalmaz!

Hayalin bir şelâle ey anam! Dökülür ah dudaklarımdan… Annem ümmiydi. Okul yüzü görmemiş, hayat okulunda pişmişti....

Hayalin bir şelâle ey anam!

Dökülür ah dudaklarımdan…

Annem ümmiydi. Okul yüzü görmemiş, hayat okulunda pişmişti. On üç yaşında evlendiği babamla olan evliliğinden on dört çocuk dünyaya getirmiş, ancak yedisini yaşatabilmişlerdi. Ben, bu evliliğin sonuncu çocuğu olarak şanslıydım. Benim yetişme dönemim, ailemizin ekonomik olarak en iyi zamanıydı. Demokrat Parti’nin en şaşaalı günlerinde, 1953 yılının soğuk Ocak ayında doğumum müjdelendiğinde babam ne düşündü bilmem ama annemin 42 yaşında olduğunu nüfus kayıtlarından anlıyoruz.

Çocukluğumun hayal meyal hatıraları arasında ikinci bir annem gibi gördüğüm Hafize Teyze’yi unutamam. Hiç çocuğu olmayan Hafize Teyzem, kendinden hayli yaşlı bir adamla ve damda baktığı iki ineğiyle kıt kanaat geçinirdi. Bizim evle aralarında iki üç ev vardı.

Annemse kuruyemişçilik yapan babamın en büyük yardımcısıydı. Leblebilerin kavrulmasından o sorumluydu. Meşe odunuyla kızdırılan demir ocağın ağzından minik ot süpürgesiyle kendir çuvalına dökülen sapsarı, kara benekli leblebi kokuları arasında çocuklarını büyütmeye çalışırdı.

Yıllar geçtikçe böyle ümmi bir annem olmasıyla daha çok gurur duyar oldum. Kolay mı, onca işin arasında lakabı “Uzun İbram” olan babamı da idare edebilmiş. Maşallah iki yıla bir çocuk sığdırmışlar!

Biz ailecek aslen Eğirdirliyiz. Annem, babamla evlenmeden önce babasının Çanakkale’de şehit olmasından ötürü Osmanlı hükümetince maaşa bağlanmış. Aldıkları maaşla az da olsa geçimlerini sağlamışlar. Evlendikleri yıllarda Eğirdir, çok küçük ve iş olanaklarıyla yoksul bir kasabaymış. Göl kıyısına sıkışıp kalmış insanlar, geçinmek için çaresiz doğup büyüdükleri toprakları terke zorlanmışlar. Bu iç göç, o yıllarda daha çok Aydın ve İstanbul’a doğru gelişmiş. Babam, kendinden önce gurbete giden hemşerilerinin anlattıklarına dayanarak Aydın’ı görmeye gelmiş. Yanında getirdiği birkaç parça üzüm kurusunu da pazarda satmış. Getirdiklerinin ilgi görmesi ve pazarın canlılığı nedeniyle Aydın’ı sevmiş.

Belki burada şu soru akla gelebilir: ”Neden Ankara, Konya değil de, Aydın ve İstanbul?” Eğirdir’i bilenler bilir. Demiryolu ulaşımı, Eğirdir’de son bulur. Halkın tek ulaşım yolu da demiryoludur. Bu iki hat üzerine düzenli seferler yapılması sonucu insanlar da bu iki kente yönelmişler. Babam, dönüşte anneme Aydın’ı ballandıra ballandıra anlatır. Sonunda göçe karar verilir.

Biz ne de olsa yörüğüz. Göçmek özümüzde var. Aydın’a üç beş parça eşyayla gelirler. Güç bela bir ev bulunur. Bir süre sonra babam, iş aramaya başlar. Mevsim itibariyle ancak zeytinyağı fabrikalarında hamallık işi vardır. İri yarı, cüsseli olması babamın işe alınmasını kolaylaştırır. Ancak sezon bitince gene işsiz kalır. Bu arada babamın vatan hasreti yüreğinde tutuşur. Yaşanan sıkıntılar, hem de bir çevre edinememiş olmaları, babamın kafasındaki geri dönüş fikrini güçlendirir. Sonunda fikrini anneme açar. Annemin tavrı ise kesin ve yanıtı yalındır: “İbram, buraya ben kendi isteğimle gelmedim. Sen getirdin. İstersen sen dön, ben burada kalıyorum.”

Bu söz üzerine babam bir daha dönüş lafını ağzına almaz. Aydın’da istediklerini bulamayınca da o dönem adı Karapınar olan ve Aydın’a 10 kilometre uzaklıkta şimdi ilçe olan İncirliova’ya gelirler. Benim doğumum da burada gerçekleşir. Eskilerin deyimiyle, “Bir tekne kazıntısı olarak” dünyaya gözümü açmışım. Doğum günümün cuma olduğunu söylerdi annem. Anımsamasının nedeni de, o gün kasabamızda pazar kurulurdu.

İlkokul dönemim, her yıl farklı bir öğretmenle geçti. Ancak ilginçtir her öğretmen değişikliğinde sınıfça ağlamıştık, biri dışında; birinci sınıf öğretmenimiz! Bu öğretmenimiz, bizi acımasızca döverdi. Onun elinde nasıl okuyup yazdığımıza ve nasıl okulu terk etmediğimize hala şaşarım. Beşinci sınıf öğretmenimizse Bilge Ozansoy, çıtı pıtıydı. Aydın’dan gelir giderdi. Hepimiz çok severdik.

İlkokulu bitirdiğimiz yıl, henüz İncirliova’da ortaokul açılmamıştı. Öğretmenlerimin ve annemin ısrarlı çabaları sonucu öğrenime devam kararım konusunda babamın söylediği şu sözü hiç unutmadım: “Ömer, kırmızı direkli çuvalı taşıyamaz. Okursa okusun!” Kırmızı direkli dediği ise kendir çuvalıydı ve ortalama 120 kg. yük taşınabilirdi. O dönemlerde dünya standardı ne gezer. Zayıf bünyeme bakarak benden iyi bir pazarcı olmayacağına kanaat getirmişti rahmetli babam. Ne yazık, diğer kardeşlerim benim kadar şanslı değildi.

Kayıt günü annemle birlikte Aydın Gazipaşa Ortaokulu’na gittik. Ümmi annem, velim olmuştu. Babam da gerçi okul yüzü görmemişti ama o demiryollarında işçi olarak çalıştığı sırada en büyük ağabeyimden imza atmasını yani adını soyadını yazmasını öğrenmişti. Aydın’a gelip giderken yaşadığımız maceralı tren yolculuklarımız, bir buçuk ay sürdü.

Kasım ayında İncirliova’ya ortaokul açılacağını duyunca çok sevindik. Evimizin arkasında yapılan binada geçici olarak okulumuz açılmıştı. Ortaokul döneminde unutamadığım iki konudan birisi, Hürriyet Gazetesi’nin “Halk Üniversitesi” dersleriydi. Ben, genel kültür ve dil derslerini takip edip sınavlarını düzenli göndermiştim. Bir gün babam elinde bir rulo ile eve geldi. Beni çağırıp, “Aferin oğlum!” deyip başımı okşadı. Ruloyu merakla açtım. Yeşil zemin üzerine güzel bir çerçeve içinde üç numara traşlı vesikalık fotoğrafımın yer aldığı Hürriyet Halk Üniversitesi diplomasıydı gelen. Bu diplomayla babamdan ilk ve son kez aferin alıyordum.

İkincisi ise, Fono mektupla İngilizce kursuna yazılmıştım. Bu kurs sayesinde de İngiltere’den mektup arkadaşı edinmiştim. Pul defterimdeki Beatles pulları o arkadaşın bir armağanı olarak hala durur. Şimdi geriye dönüp baktığımda bu işleri nasıl başardığıma hayret ediyorum. Annemin hayat okulunda öğrendiği ve sıkça hatırlattığı altın öğüdünü Vestel’in patronu Ahmet Nafiz Zorlu’dan da duyunca çocukluk dönemini anımsamadan edemedim.

Evet, “Dolaşan it aç kalmazmış!” anneciğim. Bak, sözünü tuttum. Şimdi Anadolu yollarında beni aç bırakmayan güzel dostlarımla hayatı anlama ve tanıma ad

Bakmadan Geçme