Dijital dünyada yepyeni insan formatı
“Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…” Kemani Serkis Efendi’nin Nihavent makamındaki...
“Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime; titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…” Kemani Serkis Efendi’nin Nihavent makamındaki Klasik Sanat Müziği ile bahara merhaba diyen çiçeklerimizi sularken bir güvercinin ekmek kırıkları için tünediğini fark ettik. Yaşamın özeti, bu manzaradaydı. Nebatat ve hayvanatın hepsi doğaya uygundu.
“İnsanoğlu kadar meçhul, insanoğlu kadar tuhaf varlık var mıydı?” diye mırıldanırken perşembe günkü yazımda söz verdiğim üzere bu satırları kaleme almaya başladım.
Milenyum gelmeden yani 2000’li yıllara en az bir çeyrek asır varken rahmetli ninemle dedem bir sohbet esnasında, “Allah, bu gördüklerimizden şaşırtmasın, bu insanları dahi aratmasın…” demişlerdi. Bu söz, tarihi bir değere sahipti çünkü onlara da kendi büyükanne ve büyükbabaları söylemişti. Liseyi yeni bitirmişim. O gün bu sözlere inanın pek anlam verememiştim. Bugünden düne bakınca dünün değerleri, eğitimi, kültürel dokusunun ne kadar da farklı olduğunu idrak etmek zor değil.
Milenyumu bir çocuğun eğlenceliğini bekler gibi bekliyorduk. Güzellikler kadar nahoş yaşanmışlar da hayatımıza girecekti, daha doğrusu büyüklerimizin tarihe mal olacak duasının canlı tanıkları olacaktık.
En büyük değişimler, İkinci Dünya Savaşı ile evrenimize dahil olduğundan bugüne geçen sürede yaşlı dünyamızda nice savaşlar, salgın hastalıklar, kıtlık ve susuzluk baş göstermiş.
Şu an o değişimleri geride bırakacak yepyeni dünyaya açılıyoruz. Dijital devrim ve bu devrime ayak uydurmak zorunda kalan Ademoğlu, Havvakızlarıyız!
Müstakil evlerden apartman hayatına, kasaba kültüründen şehir kültürüne geçtiğimiz evrelerde önemli ölçüde dostluk, muhabbet, sohbet kültürümüz etkilenmişti. Son yıllarda insani değerlerimizde epey bir aşınma meydana geldi. Teknoloji kültürünün efendisi olamadık. Araç olan durumları hayatımızın merkezine alıp amaç haline getirdik. Bu işi o kadar aşırıya götürdük ki yolda yürürken bile elimizden tablet bilgisayarları düşüremez olduk. Bırakınız sohbeti ve merhaba demeyi, kendi varlığımızın bile farkında mıyız diye uzmanlar endişe eder oldu. Değişen toplum gibi dünya da yenileniyor. İnsan olma gerçeğinin tanımı, değeri tekrardan değişiyor. Yüz yıl önce neye gözyaşı dökülüp ne için fedakarlıklar yapıldıysa yüz yıl sonra bu değerler hiçe sayılıyor, umursanmıyor, daha acısı gülünüp geçiliyor.
Formatlanıyoruz !
Küreselleşme (global dünya) ile sınırların bir önemi kalmadı. İnsanlık, birbirine hiç olmadığı kadar yakınlaştı. Ulus devlet ve millet kavramlarının gün geçtikçe değerinden çaldığını gözlemliyor musunuz?
Milli değerlerin, özel anma günlerinin -ki bunlar toplumsal ya da dini olabilir- eskiye nazaran kıymet-i harbiyesi azaldı sevgili okurum. Örneğin, en son Çanakkale Zaferi’ni layığı ile kutlayabildik mi? Hepimiz, ister istemez şimdiki zamana odaklandık. Varsa yoksa koronavirüs ve önlemlerini konuşuyoruz. Tarihteki kahramanlık hikayelerimizi anmayı, anlatmayı, milli ulus devlet bilincinin bile ortadan silinebileceği zamanları konuşuyoruz. Aile yapısının, dini oluşumların bile şekil değiştirmesinin az çok farkındayız.
Özel sektörde öğretmenlik yapan okurlarım, beni daha iyi anlayacaktır. Çocukların çocuk gibi olamadığı, ana babanın ebeveyn gibi yaşayamadığı, öğretmenlerin kutsal mesleklerinin saygınlıklarının neredeyse sıfırlandığı paralı hizmetkarlara benzetildikleri ilginç zamanlardayız. Saygının hemen hemen yok olduğu demlerde “Bugünlerden daha kötü anlar olur mu Allah’ım” diye içlendiğimden bir süre sonra neler geldi başımıza ne hikmetse … Demek ki her anımıza “Bu anımızı aramayalım” diye dua etmemiz gerekiyor.
Hatırıma eski bir Çin atasözü geliverdi. Birine kızdığında Çinliler, “İlginç zamanlarda yaşa” derlermiş. İlginç ki ne ilginç! Sahi, dünyaya musallat olan bir virüs, Çinlilerden yayılıp da dünyaya ilginç zamanlar yaşatmıyor mu? Bir virüsün yaşattıkları sonrasında hayatımızın altı üstüne geldi. Böylesi bir ters yönde olmak; daha önce düşünemediğimiz, farkında olamadığımız nice hadisenin idrakine varabilmeyi de bizi sürüklüyor.
Düşünceleri uğruna öldürülmeyi göze alıp bu uğurda şehit olan İranlı sosyolog ve din alimi Ali Şeriati, insanoğlunun meçhul yalnızlığını dört zindan kavramıyla açıklıyor. Bu dört zindan; tarih, toplum, doğa ve insanın kendi benliği. Bu zindanları tek tek anlatıyor ‘Kendinde Olmayan İnsan’ adlı kitabında rahmetli Ali Şeriati.
Öncelikle de beşer ve insan kavramının ayrımını anlatıyor. Beşer yönümüzle hayvani bir boyuttayken insani yönümüzle bu dünyada eşref-i mahluk olarak yapmamız gerekenler… İnsani anlamda yapabileceklerimizi yapabilmek, bizi varlıklar sırasında şerefli kılıyor.
Sanal gerçeklikte kendine değer ve anlam arayan beşer ile insan arasında salınımda bir varlık olan bize, formatlanmaya hazır benliklerimize Ali Şeriati yaşasaydı muhakkak teknoloji-dijital gerçekliğin de bir zindan olduğunu haykırırdı.
Bir sıcacık tebessümün, içten hal hatır sormanın paha biçilmez değerini canımız yana yana öğreniyoruz. Daha ötesi değerlerimizin değersizleştirildiğini, kıymet verdiklerimizin alay konusu edildiğini gördükçe bu sefer biz, ninemizin dedemizin ettiği duayı eder olduk.
Dijital Küresel Düzen’de;
Dünya yepyeni bir oluşumun eşiğinde, insan adında yaşayan varlık da öyle…