Derdimin dermanı
“Vücud ikliminin sultanısın sen / Efendim, derdimin dermanısın sen …” Eski zaman beylerinin, hanımefendilerinin aşkları gibi...
“Vücud ikliminin sultanısın sen / Efendim, derdimin dermanısın sen …”
Eski zaman beylerinin, hanımefendilerinin aşkları gibi dertleri de bizimkilere hiç benzemiyor. Onlar, “Bir derdim var, bin dermana değişmem” diye dertleriyle hoşluk bulurlarmış.
İnsanoğlunun zenginliğinin bir ölçüsü de değerlere sahip olabilmek, yıllar içerisinde bu değerlere sahip dostlar biriktirmek, anılar sandığına sohbet-i cananla dolu hatıralar kazandırabilmek değil de nedir?
M. Kamil Kutluay da benim için böylesi ender dostlardan. “Bir derdim var, bin dermana değişmem. Hoşluk içindeyim” diyenlerden. Yıllarını devletine, milletine vakfetmiş Cumhuriyet Savcısı. Emekli olduktan sonra da yine “Söz konusu vatan ise gerisi laf-ı güzaftır” diye hizmetlerini, iyiliklerini esirgemeyen bir gönül adamı. “Bilmek, acı çekmektir” diyen filozofların sözlerinin canlı örneği, ete kemiğe bürünmüş hali diyebilirim kendisi için. Devletin mürekkebi bile israf olmasın diye mürekkep hokkalarına ehemmiyet veren siyasi oluşumdan nerelere savrulduğumuzu anlatırken sesi titriyordu. Böylesi bir beyefendiye “Nasılsın?” diye sorulur mu?
Kamil Kutluay anlattıkça yüreğindeki sızılar damlıyordu. Onun ülkesi için olan endişelerini anlamaya gayret ediyorum. Kelimeler ile ifadelendirmese de hal lisanı ile “Girebilsen şu sinemde neler var; gülüp oynadığım ele karşıdır” der gibi…
Telefonda sorularımı cevaplandırırken ister istemez konu, siyasete de pas veriyor. Partizan olmaması ve siyasete particilik nazarından bakmaması da bambaşka bir değer.
“16 Nisan 2017’de parlamenter sistemin kaldırılıp başkanlık sistemini benimseyerek partili cumhurbaşkanına yürütme yetkisi verilmeli diye sorulan halk oylaması (referandum) sonrası cumhurbaşkanlığı sistemiyle geldiğimiz dönemi kritik etmek için 7 Ekim 1808 tarihinde II. Mahmut döneminde imzalanan Sened-i İttifak’ı bilmemiz şart” diyor.
Sened-i İttifak, Osmanlı Devleti’nde padişahın mutlak yetkilerini ilk kez sınırlayan bir belge. Demokrasi yolunda ilk adım da diyebiliriz. 1215 yılında İngiliz Kralı John’un da Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı) ile sınırlandırılmış olması, mazinin tarihi derinliklerinde günümüzle kıyaslanmayacak derecede özgürlük ve hukuk adına gelişmeler olduğunu görebiliyoruz.
1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları dediğimiz anayasal metinlerden güç bularak II. Abdülhamit’in padişahlığı sırasında 1876 yılının 23 Aralık günü Osmanlı’nın Kanun-i Esasi dediğimiz esas kanun yani ilk anayasasının yürürlüğe girmesi ile yepyeni bir sayfa açılmış oluyordu. Monarşiden meşrutiyete, padişahın tam yetkili olmasından artık tüm yetkili olamayacağı bir döneme kavuşmanın başlangıcıydı. “Bu başlangıçta Sened-i İttifak’ın ne kadar önemli bir atılım olduğunu fark edebiliyor musun?” diye devam ediyor sevgili dostumuz Kamil Beyefendi.
23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması ve bir sene sonra 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasi ile kamu hukuku düzenlenmiş olup meclis başkanı, devletin başı olma hakkına sahipti. Ordumuz, Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordusu olarak isimlendirilmişti. Meclisin parlamenter sistemin devletin oluşumunda ve idare edilmesinde ehemmiyeti, asırlar önce Büyük Özgürlük Fermanı ile aynı öneme sahip olması, bu millete bir şey anlatamamış olsa gerek ki peyderpey bağımsızlıklar sınırlandırılmış; 1924 Anayasamız 1961’dekini, o da 1982 yılındaki anayasayı getirmiştir. 2017 referandumu ile anayasa değişikliği, meclisin parlamenter sisteminin başkanlık sistemi ile sınırlanmasıdır.
“Meclisin egemenliği, halkın egemenliğidir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ü hakkıyla anlayabilmiş olsaydık, İslamiyet’i birilerinin tekeline bırakmayıp kendimiz okuyup anlasaydık, Kuran-ı Kerim’den öğrenmiş olsaydık geldiğimiz nokta aynı olur muydu diye bu sefer soruyu ben size sorabilir miyim sevgili okurum?
Kutluay ailesi, vatanın ve dinin emanet olduğuna sahip çıkılmasına doğru anlaşılıp yaşatılması adına hayatlarıyla örnek olmuşlar. Merhum ağabey Doç. Dr. Yaşar Kutluay’ın Farsça, Arapça, İngilizce, İtalyanca bilgisinin yanında İbranice öğrenmek üzere İsrail’e gidişi ve ‘Siyonizm ve Türkiye’ adlı kitabı yazması, az bir değer midir?
Düşünebiliyor musunuz; araştırma yapmak, bu uğurda bir yabancı dil öğrenmek, kendi değerlerinin ve devletinin manevi askeri olmak için zorluklara göğüs germek, sanırım her babayiğidin harcı olmasa gerek. Bundan dolayı Kutluay ailesine cengaver diyebiliriz.
Kamil Kutluay’ı ağabeyinin ülke sevdası yolundaki hizmetlerinin bir tamamlayıcısı olarak görüyorum. Hiçbir telif ücreti beklentisi olmadan kitap basmak, bu basılan kitapları hediye etmek, hayatını vakfetmek, nasıl bir inanca sahip olmayı gerektirir diye düşünüyorum. Düşünmek yetmez; tefekkür etmek, düşüncede yoğunlaşmak, irfan sahibi de olmak bir anlamda elzem.
Sanırım günümüzün manevi virüsü de bu tür tefekkürlerden mahrum olmamızdır. Mola verip dünyanın keşmekeşinden bir anlığına arınarak kendi iç alemimiz olan çilehanemize yönelmeden derin analizler yapabilmek, sohbet-i canan eyleyebilmek pek de kolay değil.
“Biz sohbet-i cananı bulup şarkı gazelde / Nakkaşı görür seyrederiz nakşı güzelde / Er geç varırız şevk ile aşk badesi elde / Evvel giden ahbaba selam olsun erenler…”
Ahde vefa gereği maddi kaygı taşımadan yapılan böylesi hizmetlerin sahibi beyefendi ile Osmanlı kültürünü, İslam inancını, tasavvufu ve edebiyatı konuşabildiğim gibi Cumhuriyet’in ve laikliğin doğru bilinip yaşandığı takdirde toplumumuza olan kazanımlarını da konuşabiliyorum. Biraz daha ötesi, hükümeti eleştirdiği gibi muhalefeti de eleştirebilmesi de kendisinin bir parti üyesi delegesi olmadığının ispatıdır.
‘Siyonizm ve Türkiye’ adlı kitabın giriş kısmında Kamil Kutluay, şu açıklamada bulunuyor: “1963 senesiydi. ‘Yeter! Söz milletindir!’ sloganıyla iktidar olmuş ve on yılda enerji, sanayi, tarım ve ulaşım alanlarında çok büyük kalkınma hamleleri gerçekleştirmiş demokratik bir siyasi iktidar, ani bir gece baskınıyla devrilmiş ve trajikomik bir mahkeme sürecinden sonra başbakan ve iki değerli bakan, asılarak öldürülmüştü. Anayasa ile teminat altına alınmış yasama faaliyetlerinde kullandıkları oyun renginden dolayı milletvekilleri hapislere tıkılmıştı. Halkın oyu ile kabul edilmiş yeni Anayasa uyarınca yapılan seçimlerde milletvekili seçilmiş olan Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, ölüm tehdidi ile cumhurbaşkanlığı adaylığından istifa ettirilmiş, ülkeden kaçıp canını kurtarabilmişti.”
Maziden el ediyor bazı gerçeklikler, sanki nanik yapıyor, hayret! Ali Fuat Başgil, hukuk adamı ve üniversite gençlerinin öğretmenidir. Gel gör ki muhafazakar oluşu neredeyse Ebu Zer’in dramını yaşatacak! Ne hikmetse Deniz Gezmişler, Nazım Hikmetler gibi…
Demek ki mesele; sağcı-solcu, dindar-laik, Sünni-Alevi meselesinden çok daha derin! Kimden olursan ol çıkarlar, koltuk kapma savaşları ve hükmetme hırsı!
Bakmadan Geçme





