Çalıntı zamanlar
Jorge Luis Borges, Celal Üster'in Türkçe'ye kazandırdığı 'Borges ve Ben' adlı yapıtında 'Babil'de Lotarya','Ölüm ve Pusula'...
Jorge Luis Borges, Celal Üster’in Türkçe’ye kazandırdığı “Borges ve Ben” adlı yapıtında; “Babil’de Lotarya’,’Ölüm ve Pusula’ ve ‘Dolambaçlı Yıkıntılar’ adlı öykülerimi de, neredeyse bütünüyle, işten çaldığım zamanlarda yazdım” der. (*)
Bir yazarın ne yazdığı kadar bunu nasıl ve hangi koşullarda ortaya koyduğu da kimi özyaşam öyküleriyle ortaya çıkıyor. İyi de oluyor. Okurun yapıtlarını severek okuduğu yazar ve şairlerin yaşamına ilgi duyması, doğal bir dürtü olsa gerek. Her roman, öykü ve şiirin perde arkası olduğu kadar o yapıtların yazılış serüveni de okurun ilgisini çeker. Bu bağlamda yazınımıza Şeyh Bedrettin’in ünlü Varidat’ını kazandıran Vecihi Timuroğlu da bir okuru olarak benim için önemliydi. Bu saygın insanla Kuşadası 5. Öykü ve Şiir Günleri sırasında tanıştım. 1927 doğumlu Timuroğlu, Türk ve dünya yazını ile ilgili birikimini büyük bir alçak gönüllükle paylaşırken nasıl bir gönül dostu olduğunu da gösterdi.
Onun satır aralarında söyleyip geçiverdiği öyle anılar var ki hangisinden söze başlasam diye düşünmeden edemiyorum.
Onun Şeyh Bedrettin’e ilişkin bildiriyi diğer katılımcıların aksine ayakta ve doğaçlama olarak sunuşu, izleyicileri etkilemesinin ötesinde konuya olan egemenliğinin göstergesi gibiydi. Şeyh Bedrettin, benim de iyi bildiğim biri olmasına karşın dikkatimden kaçan noktaları not etmekten kendimi alıkoyamadım.
Ki o notlardan biri de Şeyh Bedrettin’in Şafii olduğu idi. Gerçi Varidat’ı yıllar önce okumuştum okumasına ya, belleğimde Şafiilik üzerine bir iz kalmamış. Akşam siteye geldiğimde komşuma bu notu iletmem üzerine aramızda hararetli bir Bedrettin tartışması başladı. İmdadıma belki Öykü ve Şiir Günleri kitabı yetişir deyip Timuroğlu’nun bildirisini satır satır okudum. Ama aradığım Şafii sözcüğünü orada bulamadım.
Şeyh Bedrettin, Osmanlı’nın Fetret Dönemi’nde tahtı ele geçirmeye çalışan Yıldırım’ın oğullarından Musa’nın arkadaşı ve aynı zamanda kazaskeridir. Musa’nın ölümüne kadar da herhangi bir kıyama kalkışmaz. Musa’nın ölümüyle doğduğuna inandığı devlet boşluğunu kendi inançları doğrultusunda yeniden kurma düşüncesiyle müritlerin de desteğini alarak Samsun üzerinden Rumeli’ye geçer. Deliorman’da savaşır ve yenilerek Serez’de asılır. Onun kıyamını diğer kıyamlardan farklı kılan nokta ise Timuroğlu’na göre devlete isyan etmek olmayıp devletin kendisini istemesidir. Eğer bunda da başarılı olsaydı Osmanlı Hanedanı yerine Bedrettin Hanedanı işbaşına gelecekti.
Böylesi bir kıyama kalkışan kişinin erki sürekli elinde bulunduran bir mezhep mensubu olması beklenemezdi. Anadolu’da belki sırf bu nedenle birçok kişi Bedrettin’i Aleviliğe yakıştırıyordu. Komşum da onlardan biriydi. Ona göre Sünnilerin devlete isyanı olmamıştı. Çünkü tarih boyunca erk, Sünnilerin elindeydi. Bu mantığa göre, Bedrettin de isyan ettiğine göre o bir Şafii olamazdı.
Ertesi gün işi gücü bir kenara bırakıp hatta salondaki etkinliğe de aldırmayıp Timuroğlu’nun yanına izin isteyerek çöktüm. Ona ilk sorum, yapmış olduğu konuşmada geçen Şafii sözcüğünü doğru duyup duymadığım oldu. Evet, doğru duymuştum. Şeyh’in Şafiiliğini ortaya koyan, onun yaşamını kaleme alan torunuydu. Ama ne önemi vardı, büyük bir düşünür ve aksiyon adamının hangi mezhepten olduğunun? Aslolan, ortaya koyduğu eserlerin okunup anlaşılmasıydı. Yine Bedrettin’in o ünlü eserinin Osmanlı Devleti’nde yasaklanan tek eser olduğunu ve hakkında beş kez ferman çıkarıldığını öğreniyoruz. Yeri gelmişken Varidat’ın kitapçılarda bulunmadığını söylediğimde 40 bin adet basıldığını, bununsa yeterli bir rakam olduğunu düşündüğü için yeni basıma gitmediklerini söyledi Timuroğlu Hocam. Israrımız üzerine konuyu yayımcısıyla görüşeceğini söyleyerek gönlümüze su serpip açık bir kapı bıraktı.
Sözü dergicilik üzerine getirdiğimde kendisinin en çok dergi batıran adam olduğunu savladı. Neden olarak da dağıtımcıları gösterdi. Dağıtımcı şirketlerin her sayının gelirinin yüzde kırkına el koyduğunu, kalan yüzdeyi de canı ne zaman çekerse o zaman ve taksit taksit ödediğini, ülkede çarkın böyle döndüğünü söyledi.
“Bu durumda matbaaya, kağıtçıya borcumu ben nasıl öderim arkadaş?” dedi. “Oysa biliyorduk ki örneğin üç bin bastığım derginin tamamı satılmış ama ele geçmeyen paralar yüzünden dergiyi basamaz duruma gelmişiz biz” diye de ekledi.
Birçok araştırma kitabına imza atan Timuroğlu Hocam, özünde şairdir. Hatta bir arkadaş, “Hocam şairliğinizi neden öne çıkarmıyorsunuz?” gibi bir serzenişte bulunduğunda tatlı bir gülümsemeyle yetindi sadece.
Ona göre bir kişi, on beşinden başlayarak şair olabilir, kırkından ellisinden sonra iyi bir ressam olabilir ama iyi bir şair olamaz. Arkadaşı Cemal Süreya’nın Ortadoğu şiirini nasıl yazdığını anlattı. Süreya, bu şiire bulduğu üç temel imgeyi esas alarak giriştiğini ancak yazma sürecinde Arap ve Ortadoğu tarihine ilişkin hacimli kitapları okuduğunu belirtti. Cemal Süreya’nın şiirlerini yayınlamadan önce dostlarıyla çekinmeksizin paylaştığını; imgelerinin çalınmasından korkmadığını, dinleyenlerin imgelerini çalsalar da onun yepyeni imgelerle karşılarına çıkabileceğini bildiklerini anlattı.
İyi bir şiirin iyi bir sözcük ekonomisiyle oluşturulabileceğini, şiiri yazarken sözcüklerin müzikalitesine dikkat edilmesini, bunun için de yazarken sesli okunmasını, dizelerdeki sözcüklerin yerlerinin değiştirilerek hangi dizenin kulağa daha iyi nasıl bir ses verdiğinin önemine değindi. Doğrusu bu uyarılar bana Mayakovski’nin “Şiir Nasıl Yazılır?” adlı kitapçığındaki önermeleri anımsatmış olsa da önemsenmeliydi.
Anadolu’da edebiyat adına çeşitli adlar altında etkinlikler gerçekleştiriliyor. Amacı, yaşayan yazın insanlarını okurla buluşturmak olsa da türlü etkenlerle istenen ve beklenen hedef kitleye ne yazık ulaşılamadığını bu kez Kuşadası’nda da gördük. Salon, ilk ve son gün dışında dolmadı. Oysa organizasyonda görünen bir eksiklik yoktu. Gereken her türlü duyuru, günler öncesinden yapılmışı. Bana kalırsa bu durum, Sivas Madımak Oteli yangınıyla başlayan bir sürecin doğal uzantısıdır. Ürkek, edilgen bir toplum oluşturma stratejisinin ürünüdür.
İşten kaytarmayı seven bir toplum olduğumuz söylenir. Ne derece sağlam bir yargıdır bilemem ancak her alandaki başarı(!)larımıza bakarsak pek de yanlış değil gibi; sanırım yanılmıyorumdur.
O kadar aylak adam var ki neşteri önce kendimize vuralım. Öğretmenevi’nde akşama değin konken, yanık, prafa oynayanlar bu etkinliği niye izlemezler anlamış değilim. Üstelik içlerinde birçok emekli Türkçe ve edebiyat öğretmeni varken. İki satır okumasalar da üşenmeyip ayaklarına kadar geldiği kentlerinde yazarların sundukları bildiri, öyküler ve şiirleri dinleyerek dağarcıklarına üç beş sözcük eklemek çok mu zordur Allah aşkına!
Her yazar, her şair çalıntı zamanlar ustasıdır. Jorge Luis Borges’in itiraf ettiği gibi Vecihi Timuroğlu da sohbetin bir yerinde, “Eğer sizinle konuşmasaydım, hemen şu köşecikte kitabımı açar” okurdum, dedi. Hatta üniversite yıllarında yabancı kökenli profesörlerden birinin yemek sırasında kitap okuduğundan söz etti. Ona “Nasıl okuyabiliyorsunuz?” dediklerinde “İki üç sözcük de okusam fena mı?” diyerek yanıtlamış.
Olaya ülkemizden bakacak olursak emek hırsızlığı diye nitelenmesi bir yana çalışanların bir şeyler öğrenme adına çalışma anında beş on dakika okumaya zaman ayırmalarında ne gibi bir sakınca olabilir ki! Üstelik onca emek ürününün korsanları basılıp satılırken!
Yazımı, A. Kadir Paksoy’un kendi sesinden dinlediğim güzel şiirinden iki bölüm alıntılayarak bitirmeliyim.
İNSANA İNAN
Milattan iki bin yıl önce
Urugakina / Babil kralı
Bir sabah uyanınca utandı krallığından
Kuşlara su kabı yaptı krallık tacını
Çünkü duymuştu renkli çoban kuşunun sesini:
İnsana inan insana inan
—
Milattan bin nice yıl sonra
Şeyh Bedrettin / Tanrı’nın sırdaşı
Çiselerken yağmur Serez Çarşısı’nda sabaha karşı
Uzattı boynunu yağlı urgana
Eşitlemek için Tanrı’yla insanı
Çünkü duymuştu kalbinin sesini:
İnsana inan insana inan
Ozanın dediğinden yola çıkarak biz de insanımıza inanmaya devam edeceğiz o yüce bilgeler ve krallara özenerek. Başka bir kurtuluşun olmadığına inanıp: İnsana inan, insana inan, diyeceğiz.
(*) Borges ve Ben, Borges Jorge Luis, Çeviri: Celal Üster, S. 63, Can Yayınları, 132 sayfa, 1. Baskı, 1995, İstanbul.
Bakmadan Geçme





